Uğur ERMİŞ*
18. asrın son çeyreğinde başlayan ve 19. Asrın ilk yarısına kadar büyük biçimde üretim ilişkilerini değiştiren Sanayi Devrimi’nin askeri ürünleri I. Dünya Savaşı’nda kendini göstermiştir. Dikenli tel, seri atış yapabilen makinalı tüfekler, beton ve çeliğin II. Dünya Savaşı’ndaki kadar olmasa da kullanımı saldırganın üstün konumuna son vermiştir.
Daha somut bir biçimde belirtmek gerekirse, I. Dünya Savaşı’nda Alman İmparatorluğu, Bismarck’ın iki cepheli savaş korkusunu yaşamamak için Schlieffen Planı çerçevesinde Belçika üzerinden Fransa’ya saldırmıştır. Bilindiği üzere zırhlı birliklerin olmadığı bir dünyanın Blitzkrieg’i olarak hazırlanan Schlieffen Planı 1913’te ölen eski Alman Genelkurmay Başkanı Alfred von Schlieffen tarafından hazırlanmıştır. Plana göre büyük bir kara imparatorluğu olan, Rusya, seferberliğini tamamlamadan Fransa savaş dışı bırakılacak ve Alman İmparatorluğu iki cepheli savaş tehdidi altında kalmadan yüzünü rahatça doğuya dönebilecekti. Yapılan plan kâğıt üzerinde kusursuz görünse de 24 saatte ele geçirilmesi planlanan Liege’in ancak 12 günde düşürülmesi makinalı tüfeklerin, mayınların, hendeklerin ve dikenleri tellerin dünyasında eski planların işlevsiz olduğunu savaşın ilk günlerinde göstermiştir. Bu ilk örneğin ardından savaş boyunca Çanakkale Cephesi’nden, Batı Avrupa’daki Somme ve Verdun Cephelerine kadar birçok noktada savunmacının teknolojiyle birleşen imkânları sayesinde muharebe bazen aylarca bazen de yıllarca kilitlenmiştir. En net ifadesi ile saldırganın imkânları ve insan gücü hendekler, dikenli teller ve hendeklerin arkasındaki askerlerin kullandığı makinalı tüfekler karşısında erimiştir.
Savunmacının bu üstünlüğü ilk defa 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’da kullanılan atom bombasıyla teknik olarak sona ermiştir. SSCB’nin 1949’da atom bombası üretmesi ve nükleer misilleme tehdidi atom bombasının saldırı amacıyla üstünlüğünü ortadan kaldırırken, caydırıcılığın sağlanmasındaki önemini daha da arttırmıştır. Bu açıdan bakıldığında bir devletin başka bir devlet üzerinde nükleer silah kullanma ihtimali her geçen gün azalırken, nükleer silah sahibi olan devletlerin saldırıya uğrama ihtimalide buna paralel olarak azalmıştır. Teknik açıdan saldırı amaçlı olan nükleer silahlar, stratejik açıdan savunma için değerini Soğuk Savaş boyunca kanıtlamıştır. Günümüzde dahi nükleer silah sahibi Kuzey Kore’nin tüm revizyonist politikalarına karşı ambargodan daha fazlasıyla karşı karşıya kalmamasının en büyük sebeplerinden biri, hiç şüphesiz sahip olduğu nükleer güçtür.
1990’lı yıllar boyunca hızla kullanım alanı artan ve önem kazanan siber uzayda ise saldırgan güç yaklaşık yüz yıl önce kaybettiği bu üstünlüğü geri kazanmıştır. Özellikle internetin güvenlik kaygısı taşımayan mimarisi, anonimlik, isnat ve tespitte yaşanan güçlük, saldırı ve savunma arasındaki maliyet farkları, saldırganın vereceği zarar karşısında ödeyeceği bedelin göreli azlığı, siber uzayı saldırgan güç için çok avantajlı bir alan haline getirmiştir. Günümüzde devletlerin kritik altyapılarını ağlar üzerinden yönettiği düşünüldüğünde bu altyapılara düzenlenecek siber saldırılar çok ağır sonuçlara yol açabilmektedir. Örneğin İran nükleer tesislerine yapılan STUXNET saldırısıyla, yüzlerce santrifüj devre dışı bırakılmış ve İran nükleer programının 2 yıl geriye döndüğü iddia edilmiştir. Estonya’ya yapılan siber saldırıyla yaklaşık bir ay boyunca bu ülkede hayat büyük ölçüde sekteye uğratılmıştır. Her iki saldırı sonrasında saldırıya uğrayan devletler diğer devletleri suçlayan açıklamalarda bulundularsa da suçlamalar kanıtlamamış ve suçlanan devletler için herhangi bir yaptırım söz konusu olmamıştır.
Buraya kadar belirttiklerimizden de anlaşıldığı üzere siber uzayın kullanımı sayesinde yaklaşık bir asır sonra savunmacıdan, saldırgan güce yeniden geçen üstünlük, nükleer ve konvansiyonel güç üzerinden ayrımı yapılan büyük-küçük devlet farkının her geçen gün azalmasına neden olmaktadır. Bu fark nedeniyle Soğuk Savaş sonrasında kutupların önemini yitirdiği ve nihayetinde kutupsuzlaşmaya giden dünyada siber uzay üzerinden gerçekleşen saldırılar hiç şüphesiz artacaktır.
* Araştırma Görevlisi, Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Siyasi Tarih ABD