Etiket arşivi: ted

Peşindeki sosyal medya canavarı: Facebook

Cambridge Skandalı ile sarsılan sosyal medya devi Facebook’un senin hakkında ne kadar bilgiye sahip olduğunu, bu sitedeki paylaşımlarını ucunun nereye vardığını hiç düşündün mü?

Yaptığın ve son anda yapmaktan vazgeçtiğiniz paylaşımları bile takip edip saklayan Facebook, sana ayakkabı satmaya çalışmaktan kiminle flört ettiğine veya kime karşı sempati duyduğunu bile anlayabilecek bir noktada. Sosyal medya devi, online kadar offline bilgilerinin de peşinde. Bunları da satın alıp algoritmanın içine eklemeye çalışıyor…

Bunlar, Zeynep Tüfekçi’nin TED konuşmasından yansıyanlar. Konuşmanın ayrıntılı bir özetini ve konuşmanın kendisini aşağıda bulabilirsiniz:

İnsanlar yapay zekâyla ilgili korkularını dile getirdiğinde, genellikle kontrolden çıkmış insansı robotları hayal ederler. Terminatör gibi. Düşünmeye değer olsa da uzak bir tehdit bu… Yakın gelecekteki bağımsızlığımızı ve itibarımızı tehdit eden teknolojinin büyük kısmı veri ve dikkatimizi toplayıp reklamcı ve benzerlerine satan şirketler tarafından geliştiriliyor: Facebook, Google, Amazon, Alibaba, Tencent.

İlgili haber>> Cambridge Skandalı, Facebook’a pahalıya mal oldu

Gelin, dijital hayatımızdaki temel bir gerçeğe bakalım… İnternet reklamları. Bir örnek verelim. Diyelim ki Las Vegas’a uçak bileti satmak istiyorsunuz. Eski düzende, deneyim ve öngörülerinize dayanarak hedef bir demografik kesim belirlersiniz. Reklam yapmayı da deneyebilirsiniz, 25 – 35 yaş aralığındaki erkekler veya kredi kartı limiti yüksek olan insanlar veya emekli çiftler, değil mi? Geçmişte böyle yapardınız. Şimdi büyük veri ve makine öğrenimi ile işler artık böyle yürümüyor.

Bunu anlamak için, Facebook’un sizinle ilgili sahip olduğu tüm verileri düşünün: Yazdığınız her durum bildirisi, her bir Messenger sohbeti, oturum açtığınız her konum, yüklediğiniz tüm fotoğraflar. Bir şey yazmaya başlayıp sonra vazgeçip silerseniz, Facebook bu silinenleri de saklayıp analiz ediyor. Çevrimdışı verilerinizle sizi gitgide eşleştirmeye çalışıyor. Ayrıca veri acentalarından da çok fazla veri satın alıyor. Finansal kayıtlarınızdan tarama geçmişinize kadar her şey bu veri setinde olabilir. ABD’de bu tür veriler rutin olarak toplanıyor, karşılaştırılıyor ve satılıyor. Avrupa’da daha sıkı kurallar var.

Yani aslında olan şey, tüm bu veriler harmanlanarak, bu makine öğrenimli algoritmalar daha önce Las Vegas’a gitmek için uçak bileti alan insanların özelliklerini nasıl ayrıştıracaklarını öğreniyorlar. Var olan verilerden bunu öğrendiklerinde, bunu yeni insanlara uygulamayı da öğreniyorlar. Böylece, yeni bir bireyle karşılaştıklarında onun Las Vegas’a bilet alıp almayacağını sınıflandırabiliyorlar. Olsun, diye düşünüyorsunuz, alt tarafı Vegas’a uçak bileti teklifi. Görmezden gelebilirim. Ancak asıl sorun bu değil. Asıl sorun şu ki biz bu karmaşık algoritmaların nasıl çalıştığını artık anlamıyoruz.

 

 

Bu sınıflandırmayı nasıl yaptıklarını artık anlamıyoruz. Dev matematik matrisleri, binlerce sıra ve sütun, belki de milyonlarcası… Ve tüm verilere sahip olsalar bile, ne programcılar, ne bunları inceleyen herhangi biri bunun tam olarak nasıl işlediğini anlayabiliyor. Tıpkı size beynimden bir kesit göstersem ne düşündüğümü anlayamayacağınız gibi. Sanki artık programlama yapmıyoruz, tam olarak anlayamadığımız bir bilinç geliştiriyoruz. Ve bu mekanizmalar yalnızca müthiş miktarda veri varsa çalışıyor, dolayısı ile hepimizin üzerinde kapsamlı bir gözetleme de teşvik ediliyor ki makine öğrenimli algoritmalar işini yapabilsin. Bu yüzden Facebook, hakkınızda toplayabildiği tüm veriyi istiyor. Algoritmalar daha iyi çalışıyor…

Deneyler gösteriyor ki algoritmanın sizin için seçtikleri duygularınızı etkileyebilir. Bununla da bitmiyor. Siyasi davranışınızı da etkiliyor. 2010 yılı orta dönem seçimlerinde, Facebook, ABD’deki 61 milyon insan üstünde daha sonra açıklanan bir deney yaptı.

İlgili haber>> 100 bin dolar verin, Facebook ile seçim sonucu değişsin!

Bir grup insana ”Bugün seçim günü” yazısı gösterildi, bu daha basit olandı, diğer bir gruba ise aynı şey, küçük bir farkla gösterildi: ”Oy verdim” butonuna tıklayan arkadaşlarının küçük fotoğraflarının bulunduğu versiyon. Bu kadar basit bir nüans. Değişen tek şey fotoğraflardı ve seçmen kütüğünce de onaylandığı üzere, bu araştırmaya istinaden yalnızca bir kez gösterilen bu paylaşım o seçimde 340.000 ek seçmen olarak sonuçlandı. Şans eseri mi? Hayır. Çünkü 2012’de aynı deneyi tekrarladılar. O zaman, yalnızca bir kez gösterilen sivil mesaj 270.000 ek seçmen olarak geri döndü.

Hatırlatayım, 2016 ABD başkanlık seçimleri yaklaşık 100.000 oy farkıyla belirlendi. Yani Facebook kolaylıkla politikanız hakkında çıkarım yapabiliyor, siz bunu sitede hiç açıklamamış olsanız bile. Bu algoritmalar bunu oldukça kolay başarabiliyorlar. Peki ya bu güce sahip bir platform bunu adaylardan birinin destekçilerini arttırmak için kullanırsa? Bundan haberimiz olur mu?

Masum gibi görünen bir yerden başladık: Bizi takip eden reklamlardan… şimdiyse çok farklı bir yerdeyiz. Hem halk hem de vatandaş olarak, artık aynı bilgileri görüp görmediğimizi ve başkalarının ne gördüğünü bilmiyoruz ve ortak bir bilgi tabanı olmadan, adım adım, toplumsal tartışma imkânsız hale geliyor, biz bunun sadece başlangıç aşamasındayız.

Bu algoritmalar kolaylıkla insanların etnik özelliklerini, dini ve siyasi görüşlerini, kişilik özelliklerini, zekâsını, mutluluğunu, madde kullanıp kullanmadığını, ailesinin durumunu, yaş ve cinsiyetini sadece Facebook beğenilerinden tahmin edebilir. Bu algoritmalar, yüzleri kısmen gizlenmiş olsa da protestocuların kimliğini belirleyebilir. Bu algoritmalar insanların cinsel yönelimini, flört uygulamalarında kullandığı profil fotoğraflarından anlayabilir.

Facebook’un piyasa değeri yarım trilyon dolara yaklaşıyor. Bunun sebebi ikna mimarisi olarak harika çalışıyor olması. Ancak bu mimari yapı ayakkabı satıyor olsanız da aynı siyaset satıyor olsanız da… Algoritmalar farkı anlamıyor. Reklamlara karşı bizi sabırlı kılmak için üzerimize salınan bu algoritmalar, aynı zamanda siyasi, kişisel ve sosyal bilgi akışımızı da düzenliyor ve bu değişmek zorunda.

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için formu doldurun

Linus Torvalds: Linux’ın Arkasındaki Beyin

TED küratörlerinden Chris Anderson ve popüler olarak pek çok bilgisayarda ve Android araçlarda kullanılan Linux işletim sisteminin kurucusu Linus Torvalds, 2016 yılının Şubat ayında gerçekleştirdikleri röportajda Linux’ın gelişimi ve yazılımın arkasındaki beyni tartışıyor.

Torvalds, aslında sadece programlamayı sevmesinden dolayı kendisi için bir dizi projeye başlıyor. Torvalds’ın kendisi için başlattığı projelerden sadece biri olan Linux, o zamanlarda kendisinin bir açık kaynak bulamamasıyla ortaya çıkıyor ve 25 yıl önce bugün kullanılan açık kaynak metodolojisi olmasa bile kaynağın herkese açık olmasıyla önemli bir yerde duruyor. Anderson’a göre, Linux’ın şu an eriştiği nokta, açık kaynağın gücünün önemli bir kanıtı.

BİLGİ VE SİBER GÜVENLİK İLE İLGİLİ DİĞER TED ÖZETLERİ

Open Source ve Linux

O zamanlarda “ücretsiz yazılım” olarak adlandırılan “open source” fikri, Helsinki Üniversitesi’nde konuyla ilgili olan bir arkadaşının Torvalds’a ulaşmasıyla şekilleniyor. Ona mevcut açık kaynak lisanslarını kullanabileceğini söyleyen arkadaşı ile beraber, yazdığı kodları inceleyen pek çok kişinin verdiği destekle günümüzde bildiğimiz Linux’ın evrimi hız kazanıyor.

Zamanla popülerliğini giderek arttıran Linux’un siber dünyayı değiştirmesinin arkasında bir yazılım geliştirme sistemi olan Git’in de rolünü vurgulayan Anderson, röportajda Torvalds’a bu dönüşümün nasıl gerçekleştiğini soruyor. O zamanlarda kaynak kod bakımı yapan ve çoğunluk tarafından kullanılan CVS, Torvalds tarafından sevilmediğinden, Git’in keşfinin önü açılmış oluyor. Yani bir bakıma Git, Torvalds’ın ilk büyük projesini gerçekleştirebilmek adına sadece kendisi için tasarladığı ikinci bir proje olarak karşımıza çıkıyor.

Bilgisayarlarla ya da İnsanlarla Çalışmak?

Röportajda 10 yaşından beri programlama ile uğraştığını ve okul yıllarında pek de sosyal olmadığını anlatan Torvalds, yazılımda elde ettiği başarınınsa çok inatçı olmasıyla ilgili olduğunu söylüyor. Yine de, sosyal bir insan olmamak onu açık kaynak kullanmaya iten sebepler arasında. Çünkü açık kaynak kullanarak çalışmanın en büyük avantajlarından biri farklı insanların birlikte çalışmasına izin vermesi diyebiliriz. En azından Torvalds, açık kaynağın ona bunu sağladığını söylüyor.

Anlamlı projeler için kod yazan Torvalds, bu iki büyük ve geleceğe yön veren projesine aslında basitçe ihtiyacı olduğu için başlıyor. Open source olmasa Linux’ın da olmayacağını belirtiyor ve ekliyor: “Açık kaynak bilime geri dönüyor.” Wikipedia ve daha birçok açık kaynak örneği dünyayı değiştirecek adımlar attı ve bu, Torvalds’a göre, kesinlikle son değil.

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için formu doldurunuz

 [wysija_form id=”2″]

Siber Saldırılar Dünya Barışını Nasıl Tehdit Ediyor?

Günümüz dünyasında siber savaş gerçeğini inceleyen “Babel Minute Zero” kitabının yazarı Guy-Philippe Goldstein, 2011 yılının Ekim ayında TED Talks‘ta yaptığı konuşmasında ulusların gittikçe güçlenen siber silahlarından ve bu gücün doğurduğu tehlikelerden bahsediyor.

Goldstein konuşmasına, dijital dünyada başlayan bir savaşın, kolayca silahların konuşacağı gerçek bir savaşa dönüşebileceğini söyleyerek başlıyor. Bu sanal silahların somut etkilerini görmenin çok da zor olmadığını ise 1982’deki Soğuk Savaş örneğini vererek gösteriyor. Verdiği örnekte, CIA’in Sibirya’daki boru hattını yönetmek için kullanılan sistemin içine sızarak, Hiroşima’nın dörtte biri büyüklüğünde bir patlamaya sebep olduğunu söylüyor. Goldstein daha sonra günümüze yakın bir tarihten örnek vererek, 2008 yılında siber korsanların Brezilya’daki bir şehrin karanlığa gömülmesine sebep olduğunu hatırlatıyor.

Aynı yılın Aralık ayında, Amerika’nın Irak ve Afganistan’daki savaşları yönettiği CENTCOM’un bilgi işlem sistemine virüslü USB bellekler kullanarak sızılmasıysa, Amerikalıları büyük ölçüde endişelendiren bir olay. Bu endişe, mecliste siber saldırıların kitle imha silahları kadar tehlikeli olabileceği kararıyla son buluyor. Bunu takip eden beş yıl boyunca siber savaş güçlerini artırmak için 30 milyar dolar harcama kararı alıyorlar.

Gerçek düşman kim?

Günümüzde Kuzey Kore ve İran gibi ülkelerin siber savaş güçleri bulunuyor. Fakat Goldstein kendimize şu soruyu sormamız gerektiğini düşünüyor: Sorun düşmanımızın kim olduğu mu, yoksa siber silahların varlığı mı? Goldstein, tarih boyunca nükleer silahlardan tanklara, tüm askerî gelişmelerin dünyanın kaderini değiştirdiğini ve barışı bozduğunu hatırlatarak, siber silahlara temkinli yaklaşmamız gerektiğini söylüyor.

Bir ülkenin siber savaş gücünü ülkesini korumak amaçlı mı, yoksa saldırı amaçlı mı kurduğunu bilemeyecek olmak, Goldstein’i endişelendiriyor. Siber silahların ardında iz bırakmıyor oluşu, ülkeye kimin saldırdığını da bilemeyecek olmayı beraberinde getiriyor. Dolayısıyla bu noktada yanlış bir strateji izlemek, diplomatik açıdan ilişkilere zarar getirebiliyor.

Kime karşı savaşıyoruz?

Goldstein bu konuda, 2007 yılında Estonya’nın yaşadığı krizi örnek veriyor. Banka ve iletişim sistemlerine sızılan Estonya, bu saldırı için Rusya’yı suçlamasına rağmen, aradığı desteği NATO’dan bulamıyor. Çünkü Goldstein’in daha önce de söylediği gibi, bu saldırın ardında kimin olduğunu kesin olarak bilmenin bir yolu yok. Goldstein, karşınızdaki ülkenin siber gücünü saldırı için mi, yoksa savunma için mi kullanacağını bilmemenin, büyük ihtimalle anlaşmazlıklara ve çatışmalara sebep olacağını söylüyor.

Siber savaşlar, eskisi gibi belirli çizgileri ve sınırları olmayan mücadeleler. Hiçbir ülke,  komşusunun ona saldırmaya hazırlanıp hazırlanmadığını ön göremiyor. Goldstein bu konuda Thomas Schelling’den alıntı yaparak şunu söylüyor, “Eğer karşımdakinin saldırıp saldırmayacağından emin değilsem, ilk hamleyi ben yapar ve ilk ben saldırırım.” Bu düşünceyi benimseyen Amerika Birleşik Devletleri, 2010 yılında olası siber saldırılara karşı önceden tepki vermeyi düşündüklerini de açıklıyor.

Bugünün gücü, yarının felaketi

Goldstein’e göre siber silahlar, kullandığımız silahların yerini almıyor, sadece korkularımıza bir yenisini daha ekliyor. Dolayısıyla bu soruna kolektif bir çözüm getirebilmek için Avrupa’nın, NATO’nun, ABD’nin, hatta Rusya ve Çin’in bile birlikte çalışması gerektiğini düşünüyor.

Goldstein konuşmasını, askerî araştırmalardan doğan bu gücün, eğer dikkatli olmazsak yarın dünya barışının sonu olabileceğini söyleyerek bitiriyor.

Öğrenebilen Bilgisayarların Muhteşem ve Korkutucu Sonuçları

Teknoloji uzmanı ve data bilimcisi Jeremy Howard, TEDTalks’taki konuşmasında çok hızlı ilerleyen bir alan olan “derin öğrenmeyi” anlatıyor. Derin öğrenme süreciyle, bilgisayarlara Çince öğrenme, fotoğraflardaki nesneleri ayırt edebilme veya tıbbî bir teşhis sürecini idrak edebilme gibi çeşitli kabiliyetler kazandırılabiliyor.

 

Eski yöntemle bir bilgisayara herhangi bir şey öğretebilmek için muhakkak onu programlamak gerektiğini belirten Howard, eğer programcı bir şey yapmayı kendisi bilmiyorsa, bu durumda bu şeyi bilgisayara da öğretemeyeceğini anlatıyor. Fakat makina öğrenimi ile, bilgisayar gibi teknolojik ürünlerin öğrenme süreçleri üzerine çalışıyor. Howard da konuşmasında, makina öğreniminin geçmişini, bugününü ve geleceğini, örnekler ile tartışıyor.

 

“Bilgisayarlar öğrenebilirler”

 

Howard, makina öğreniminin ilk büyük başarısı olarak Google’ı örnek veriyor. Bu arama motorunun kullandığı algoritma, makina öğrenimi içermekteydi ve daha sonra Amazon ve Netflix gibi ticari oluşumlar da makina öğrenimi süreçlerinden etkin şekilde faydalandı. Bu süreç, bizzat sistemin kendine programlanmış olmadan, sistemin mevcut datayı kendi kendine analiz ederek çıkarsamalar yapması temel mantığına dayanıyor.

 

Howard, konuşmasına, Geoffrey Hinton ve ekibi tarafından yürütülen bir çalışmayı anlatarak devam ediyor. Bu çalışmada, insanoğlunun öğrenme kabiliyetini taklit eden bir süreçle bilgisayarların da öğrenebilme yeteneği kazanması araştırılıyor.

 

“Bilgisayarlar dinleyebilirler”

Bilgisayarlar öğrenebilirler, diyerek konuşmasına başlayan Howard, bilgisayarlar dinleyebilir diyerek devam ediyor. Anında İngilizce’den Çince’ye çeviri yapan bir algoritmayı örnek gösteren Howard, 2011 yılında Almanya’daki Institut für Neuroinformatik merkezi tarafından yapılan bir araştırma yarışmasında, derin öğrenme süreciyle, trafik işaretlerini insanlardan çok daha iyi tanıyabilen bir sistemin hayata geçirildiğini kaydediyor. 2012 yılında Google tarafından yapılan bir araştırmada da, bilgisayar sistemi, binlerce YouTube videosunu izleyerek insan ve kedi kavramları arasındaki farkı öğrenebilmeyi başardı.

 

“Bilgisayarlar görebilirler”

Bilgisayarların, cümleleri bölerek içlerindeki olumsuzluk içeren unsurları analiz etme kabiliyeti kazandığı çalışmalar yürütüldü. Howard bunları açıkladıktan sonra, bilgisayarların ne tür kabiliyetler kazanabileceği konusuna devam ediyor:

 

“Bilgisayarlar okuyabilirler” / “Bilgisayarlar yazabilirler”

Howard ayrıca, bilgisayarların, elle veya başka şekillerde yazılan metinleri okuyabildiklerini, benzer şekilde de yazı üretebildiklerini anlatıyor. Konuşmacı, kanserli hücreler kadar, kanserli hücrelerin yanında bulunan hücrelerin de önem arzettiği bilgisinin, öğrenebilme kabiliyetine sahip bilgisayarlar tarafından bulunduğunu ve onkoloji bilimine katkı sağlandığını anlatıyor.

 

Howard, derin öğrenme süreçleri kullanan bilgisayarların, ileride hangi alanlarda insanlığa hizmet edebileceğine de konuşmasında yer veriyor. Örneğin Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre, dünyada tıp uzmanı eksikliğinin giderilmesinin ancak 200 yıl gerektirdiğini belirten Howard, derin öğrenme kabiliyeti bulunan bilgisayarlar yoluyla bu eksikliğin kısa sürede giderilebileceğini vurguluyor. Konuşmasında ayrıca, makina öğrenmesi devrimi gerçekleşirse, bunun bedellerinin de bir çok hizmet sektörü çalışanı için ağır olabileceğine değiniyor. Howard’a göre bu devrim, endüstri devriminden çok daha ağır sonuçlar doğurabilir.

İnternet, Orwell’in Korktuğu Şey Mi?: Siberalan ve Baskıcı Rejimler

2009 yılında TedTalks’ta araştırmacı ve akademisyen Evgeny Morozov, siyaset bilimi açısından internetin önemine değinen ve yepyeni bir bakış açısı sunan noktaları içeren bir konuşma yapıyor. Evgeny, “iPod liberalizm” adını verdiği internet üzerinden liberal değer savunuculuğunun, aslında gerçeği yansıtmadığını, siberalanın baskıcı rejimleri daha da güçlendirici bir işlev gördüğünü örnekleriyle açıklıyor.

Avrupa’daki son diktatörlük olarak bilinen Belarus kökenli Morozov, internet ve siyaset bilimi konusundaki yayınlarıyla biliniyor. Morozov, internetin çeşitli stratejilerle diktatörlükleri güçlendirici bir platform olarak kullanılabileceği temel savıyla hareket ediyor. İnternetin demokratikleşme süreçlerini nasıl engellediğini araştıran Morozov, Batı’da genel olarak teknolojik gelişmenin otomatik olarak demokratikleşme süreçlerine neden olacağına dair genel kanının aslında bir yanılgıdan ibaret olduğunu belirtiyor. “iPod liberalizm” diye andığı bu yanılgının arkasında yatan sebep, Morozov’a göre, teknolojik cihazı ve internet bağlantısı olan her kullanıcının liberal demokrasi taraftarı olduğu zannı. Bunun son derece yanlış olduğunu belirten Morozov, örnek olarak 1990’larda Rwanda’daki soykırımın arkasında iki radyo kanalından yayılan nefret söylemi bulunduğunu açıklıyor.

Çeşitli devletler, propaganda faaliyetleri için siberalanı etkili şekilde kullanıyor. Rusya, Çin, İran gibi kimi ülkeler, blogger ve sosyal medya uzmanları istihdam ederek, ideolojilerini yaymaya ve haklılaştırmaya çalışıyor. Siberalanı bu kadar etkili kullanmalarının nedeni ise, sansür politikalarının bu ülkelerde aslında çok az işe yaraması. Morozov ayrıca 2009 yılında gerçekleşen bir olayı anlatıyor. Çin’de bir tutuklunun şüpheli şekilde ölümü üzerine internette yayılan binlerce yorumu engellemek için Çin hükümeti, bu online kullanıcılardan 4 tanesini seçip, hapishaneyi ziyaret ettirmeyi seçiyor. Sonrasında da bu kullanıcıların gördükleri olumlu manzaraları bloglarında anlatması bekleniyor. Sonuç olarak da olay unutulup üstü kapatılarak, normal sansürle başarılamayacak bir propaganda tamamlanmış oluyor.

Morozov, bu şekilde otoriter devletlerin, kendilerini eleştirenlere uzanıp onları sürecin içine dahil ederek susturmalarının siyaset biliminde “otoriter deliberasyon” olduğunu anlatıyor. Otoriter deliberasyon yoluyla hem kitleler kendilerini karar alma mekanizmasının içinde hissettiklerinden daha uysallaşıyor, hem de otoriter rejim ülke içinde ve dışında kendini haklılaştırmış oluyor. Ayrıca sosyal medya ve bloglar, bu devletler için eşi bulunmaz bir istihbarat toplama ortamı sunuyor. Eskiden, örneğin İranlı muhaliflerin nasıl örgütlendikleriyle ilgili bir araştırma aylar alırken, şimdi sadece Facebook sayfalarına bakmak yeterli oluyor.

Morozov’a göre, siber aktivizm’den bahsedildiği kadar, siber hedonizm’den de bahsedilmeli. Siber dünya, kitlelerin mobilize olabileceği ve seslerini duyurabileceği bir yer olduğu kadar, aynı zamanda “kitlelerin afyonu” olarak isimlendirilecek bir pasifize etme ve susturma aracı. Morozov, interneti ütopik bir dünya olarak görmeyi bırakıp, aslında nasıl gerçekleri barındırdığını görmemiz ve ona göre hareket etmemiz gerektiği önerisiyle konuşmasını tamamlıyor.