Kategori arşivi: Makale & Analiz

Siberbülten siber güvenlik ile ilgili haberlerin bulunduğu bir site olmanın dışında, siber güvenliğin sosyal bilimler ile kesişme noktalarındaki konularla ilgilenen akademisyen, öğrenci ve araştırmacılar için bir yayın platformudur. Bu bölümde siberalan ve siber güvenliğin uluslararası hukuk, uluslararası ilişkiler, strateji, güvenlik ve siyaset bilimine ile ilişkisi ve yansımaları ile ilgili blog tarzı yazılar ve derin analizler bulabilirsiniz.

İlk Siber Savaş Örneği Olarak Kosova

 “Siber savaş” ifadesi okuyucuya, son zamanlarda bolca kullanılan ve içi boşaltılan bir kavramı ifade ediyormuş gibi gelebilir. Özellikle Amerikalılar bu işi abartma eğilimindeler. Mesela eski Milli İstihbarat Şefi Mike McConnell’ın görüşleri bu yönde. Hem Bush hem de Obama döneminde görev yapan McConnell, Mart ayında katıldığı bir konferansta Amerika Birleşik Devletleri’nin hâlihazırda bir siber savaş verdiğini ve bu savaşı kaybetmekte olduğunu iddia etti. Siber uzayda en büyük düşmanın Çin olduğunu vurgulayan McConnell, Amerikan ulusunun elindeki potansiyelin sadece %30-40’ını kullandığı tahmininde bulundu.

Elbette ABD gibi bir ülkede istihbarat teşkilatının zirvesinde bulunmuş bir bürokratın sözleri önemli. Ancak siber savaş ifadesi, daha hassas ve sınırlı kullanılmalı. Çünkü “savaş” dendiğinde ortaya çıkan can kayıpları, yıkımlar ve trajediler bugüne kadar siber saldırılardan kaynaklanmadı. Dolayısıyla siber savaş tabirini, gerçek dünyada devam etmekte olan bir sıcak çatışma ve organize şiddet eylemleri ile birlikte meydana gelen siber saldırılar için kullanmak daha yerinde olacaktır. Bu tür bir kullanım aynı zamanda siber savaş konseptinin de içinin boşaltılmamasını ve gerçekten müdahale gerektiren hâlleri daha kolay ayırt etmemizi sağlayacaktır.

Kosova Savaşı

1990’lar aslında Balkanlar’da katliamın katliamı takip ettiği, trajedi yüklü bir dönemdi. Her ne kadar Sovyetler’in dağılması görece kansız gerçekleşmiş olsa da Yugoslavya’nın bölünüşü çok büyük  travmalara sahne oldu. Özellikle milenyumun başlangıcına yaklaşıldığı dönem, Kosova’da yaşayan Arnavutlara karşı artan şiddet eylemlerinin Avrupa’daki istikrar ortamını ciddi anlamda tehdit etmeye başladığı yıllardı.

Birleşmiş Milletler Sözleşmesi madde 2(4) hükmü devletlerin uluslararası ilişkilerinde güç kullanmasını yasaklıyor. Bu yasağın iki istisnası var. İlk ihtimalde Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. maddesindeki meşru müdafaa hükümlerine gidilebilir. Ya da uluslararası barış ve güvenliğin tehdit altında olduğu ihtimallerde BMGK, kuvvet kullanımı kararı alabilir.

Kosova örneğinde ise NATO, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden müdahale kararı çıkmamasına rağmen Kosova’ya müdahale etme kararı aldı. 24 Mart – 10 Haziran 1999 tarihleri arasında NATO, çeşitli Sırp hedeflerine hava saldırıları düzenledi.

Fakat hemen her hava saldırısında olduğu gibi, kaçınılmaz olarak hedeflenenin dışında kayıplar yaşandı. 7 Mayıs 1999 tarihinde ABD Hava Kuvvetleri tarafından düzenlenen saldırılarda Belgrad’taki Çin Büyükelçiliği vuruldu ve üç Çinli gazeteci hayatını kaybetti.

Bombalama sonrası Çin’in Belgrad Büyükelçiliği yıkılmadan önceki son fotoğrafı

Her ne kadar dönemin Başkanı Bill Clinton yaşananların bir kaza olduğunu belirtip özür dilese de bu, Çin kamuoyununun öfkesini dindirmeye yetmedi. Çin halkı öfkesini internet üzerinden göstermeye başladı. Yaşanan talihsizliği takip eden günlerde pek çok Amerikan ve NATO internet sayfası siber saldırıya uğradı.

Örneğin İçişleri Bakanlığı ve Enerji Bakanlığı’nın internet sayfaları Çinli hackerların eline geçti. Beyaz Saray da yoğun bir şekilde maruz kaldığı DDoS (Distributed Denial of Service) saldırıları nedeniyle tedbiren üç gün boyunca internet sayfasını kapalı tuttu.

Aslında NATO bombardımanları sırasında Sırp hackerlar siber uzayda pek çok saldırı gerçekleştiriyordu. Bu saldırılarda NATO’nun kendisi ve NATO üyesi ülkeler hedef alınıyordu. Çin büyükelçiliğinin vurulmasıyla mevcut denkleme Çinli hackerlar da dahil oldu. Bu dönemde yaşananları CNN “çevrimiçi savaş” olarak tanımlarken İngiliz yayın kuruluşu BBC “Net’te propaganda savaşı”, The Guardian gazetesi ise doğrudan “siber savaş” ifadesiyle nitelendirdi. Aslında bugün yaşanan kavram kargaşasının o günlerde de bulunduğunu söyleyebiliriz.

Başlangıçta değindiğim kuramsal tartışmayı burada hatırlamakta fayda var. Siber savaş ifadesi, ancak ve ancak gerçek dünyada devam eden bir silahlı çatışma veya organize şiddet eylemi varsa anlamlı. Kosova örneği, gerçek bir savaş ortamında gerçekleşen siber saldırılar içerdiğinden, siber savaş konseptinin ilk defa içinin dolu olduğu bir vakayı temsil ediyor. Çünkü buradaki çatışma sadece siber uzayla sınırlı değil; aktörler, amaçlar ve menfaatler bakımından aralarında benzerlik bulunan iki çatışmadan bahsediyoruz. Aradaki asıl fark kullanılan vasıtalarda ve saldırıların gerçekleştiği fiziksel evrende.

 

 

 

Siber Güvenlik Algısının Önündeki Tehlike: Fuat Avni

Sosyal medya fenomeni Fuat Avni’nin bir yıldan fazla süredir Türkiye siyasetinde gündem belirleyen aktörler arasında yer aldığını söylemek abartılı olmaz. Gözaltı operasyonlarının ne zamanı yapılacağını bilmesi ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kişisel yaşamı hakkında çok az kişinin bildiği düşünülen –ve bir türlü ispatlanamayan- iddiaları ile Fuat Avni bir kesim tarafından neredeyse kanaat önderi muamalesi görüyor. Medyanın ilgisi de hayli yüksek. Sadece yerel medya organları değil, Foreign Policy ve New York Times gibi önde gelen küresel yayın araçları da mezkur sosyal medya fenomeni hakkında haberler yayınlıyor. Son olarak Erdoğan da katıldığı bir mitingde Fuat Avni’ye “Delikanlıysan çık ortaya!” diye seslenerek, bu hesabın yeniden gündeme gelmesine vesile oldu.

Yaklaşık 700 bin takipçisi bulunan ve bir kaç kez hesabı askıya alınan Fuat Avni son aylarda devletin ilgili kurumlarının da önemli gündem maddeleri arasında yer alıyor. Özellikle siber güvenlik uzmanlarının çalıştığı kurumlar Fuat Avni hesabının arkasında kim ya da kimler olduğunu bulabilmek için gayret sarf ediyorlar. Çeşitli iddialara göre MİT ve emniyet birimlerinde dair başkanlığı seviyesindeki yetkililer bu konuyla hesabın yönetildiği gerçek IP adresinin bulunabilmesi için bizzat ilgileniyorlar. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nda da hesabın sahibinin ortaya çıkarılması için soruşturmalar açıldı.

Devletin tepesinde nelerin yaşandığını dünya ile paylaşan bir hesabın arkasında kimler olduğunu bulmak ilgili kurumların görev ve sorumluluğu içerisinde yer alıp almadığı bu yazının konusu değil. Asıl dikkat çekilmek istenen nokta ‘siber güvenlik’ olgusunun bir sosyal medya hesabının peşine düşülmesine indirgenmesidir. Siber güvenlik farkındalığının emekleme seviyesinde olan ülkemizde, terör örgütlerinin siber araçları kullanarak neler yapabileceği, dünyayı sarsan siber suçlar ve NSA’in yaptığı siber operasyonlar bile haber olarak görülmezken; bir twitter hesabının arkasındaki IP’nin ortaya çıkarılması için devletin seferber edildiği algısını oluşturmak siber güvenlik farkındalığının gelişmesine yardımcı olmayacağı gibi bu kavramın geniş şekilde anlaşılabilmesinin önüne geçecektir.

Siber Güvenlik = Fuat Avni’yi Bul! yanlış algısını güçlendiren gelişmelerden birine geçtiğimiz hafta rastladım. Siber Güvenlik Teknolojileri Derneği isimli bir dernek kuran 20 kadar hacker hedeflerini Fuat Avni’yi bulmak olarak açıkladı. Dernek kurucularından Vahap Eren, Fuat Avni’nin bulunması konusunda ‘ellerini taşın altına koymaya’ karar verdiklerini belirterek, “Bu konudaki bunca bilgi ve birikime sahip olup da bir şey yapmadan durmamız düşünülemez.” ifadelerini kullanmış. Siber güvenlik gibi zor bir konuda sivil toplumun attığı her olumlu adım desteklenmeli fakat, kurulan yeni bir derneğin hedefini daha vizyoner bir şekilde koyması beklenirdi. Fuat Avni’nin kim olduğunu devlet tarafından bilindiğini iddia eden siber güvenlik uzmanları olsa da, sadece Fuat Avni’yi bulma misyonuyla kurulan bir derneğin isminin ‘Siber Güvenlik Teknolojileri Derneği’ yerine ‘Fuat Avni’yi Bulma Derneği’ olması daha isabetli olurdu.

Fuat Avni siber güvenlik ilişkisine –briaz zor da olsa- olumlu şekilde yaklaşılmaya da çalışılabilir. Bu mesele bir fırsat olarak değerlendirilip siber güvenliğin devletleri yakından ilgilendiren çok boyutlu bir konu olduğu, müstear bir sosyal medya fenomeninin neler yapabileceğini görüldüğünü ve siber güvenlik ile daha kapsamlı şekilde stratejik olarak ele alınması konusunda kamu görüşü oluşturulabilir. Sadece Fuat Avni’ye odaklanmak da günün sonunda siber alanda ‘faili bulmanın’ (attribution) ne kadar zor olduğuna yönelik bir farkındalık geliştirebilir.

Fakat medyada konunun ele alınış biçimi açısından umutlu olmak zor. Umarım bu indirgemeci tutum sadece Türkiye medyasında sınırlı kalır ve devletin istihbarat birimlerine yansımaz. Sıfırıncı gün açıklığı ve İleri Seviye Sürekli Tehditler (APT) gibi konular varken, IP adreslerinin takibi gibi ikincil olarak görülebilecek bir konuya odaklanmak, siber güvenlik birimlerinin kaynaklarının bu konuya sarf etmeleri verimlilik açısından yanlış olarak değerlendirilmelidir. Kamu ile özel sektör işbirliğinin stratejik konular üzerine yoğunlaşması yerine, ‘Fuat Avni’yi bulacaksan beraber çalışabiliriz’ anlayışı ciddi zaman kaybına neden olacaktır.

[wysija_form id=”2″]

 

 

 

 

Siber Uzayda Caydırıcılık Üzerine

Siber uzayın kullanımının giderek yaygınlaştığı günümüzde, devletlerin siber uzayı caydırıcılık stratejilerinin bir parçası olarak kullanıp kullanamayacağı büyük bir tartışma konusudur. Bu tartışmanın sonuçları “evet” yada “hayır” gibi cevapları vermemektedir. Bunun da ötesinde “hangi aktöre/aktörlere karşı”, “nasıl”, “hangi kontrol mekanizmaları üzerinden” gibi farklı soruların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Bilindiği üzere caydırıcılık, uluslararası ilişkilerde en basit şekliyle karşıdaki devleti emellerinden vazgeçirebilme kapasitedir. Caydırıcılığı sağlamak için kullanılan araç ise güçtür. Gücün ölçülmesi ise oldukça problemlidir. Bir devletin ne kadar güçlü olduğu ancak bir başka devlet ile karşılaştırıldığında anlam kazanır.

Siber uzayda caydırıcılık sağlanabilmesi ise tarih boyunca uygulana gelen caydırıcılık stratejilerinden birkaç noktada olumsuz anlamda ayrılmaktadır. Bu problemlerin varlığı ve siber uzayda yaşanan hızlı değişimler ise siber caydırıcılığı bir bütün olarak sorgulatmaktadır. Bu problemlerden ele alınması gereken ilki “siber uzayda tespit/isnat sorunu”dur. Caydırıcılığın sağlanması için ilk bilinmesi gereken rakibin kimliğidir. Rakibin kimliği stratejinin uygulanması sürecindeki taktiklerin belirlenmesi için kilit öneme sahiptir. Siber uzayda 2007 yılında Estonya’ya gerçekleştirilen siber saldırıda yada 2011 yılında İran’a gerçekleştirilen STUXNET saldırısında saldırıyı yapanın tespiti sorunu ortaya çıkmıştır. Bunun yanında siber uzayda sadece ulus-devletler değil bireyler ve belli bir amaç etrafında toplanmış gruplar da saldırıda bulunma kapasitesine sahiptir. Böyle bir durumda saldırının kaynağı belli bir devlet ülkesine kadar daraltılsa dahi bu tespit devlet kaynaklı mı yoksa o devlet içindeki farklı aktörlerden mi geldiği sorusunu cevaplamaya yetmemektedir.

Ele alınması gereken ikinci önemli problem de caydırıcılığın işlevselliğinde ki iki unsurundan biri olan “savunmanın gerçekleştirilmesi”dir. “Saldırı” ve “savunma” olarak iki tür önlem caydırıcılıkta birbirine entegre olarak kullanılmaktadır.  Bu noktada saldırının ve savunmanın tek merkezli olması caydırıcılığı arttırdığı gibi devletin kaynaklarını etkin olarak kullanabilmesini de sağlamaktadır. Siber uzayda ise savunma, merkezi olmaktan öte savunulması gereken yada düzenli saldırıya uğrayan kurumlar tarafından yerel olarak gerçekleşmektedir. Bu durum savunmada zafiyet oluşturduğu gibi bütüncül bir yaklaşım sergilemenin önüne de geçmektedir.

Üçüncü önemli problem ise devlet kapasitesine ait bilginin düşmana aktarılmasıdır. Caydırıcılığın sağlanmasında en etkin unsurlardan biri ise cezalandırıcı işlevi gören saldırı kapasitesinin kontrollü ifşasıdır. Caydırıcılığını sağlamak isteyen devlet tarafından saldırgan kapasitenin kontrollü olarak ifşa edilmesi, diğer devletlerin uygulayacağı politikaların oluşturulmasında oldukça önemlidir. Örneğin klasik askeri güç bağlamında devletler kapasitelerini göstermek için ulusal günlerde geçit törenleri ya da düzenli tatbikatlar gerçekleştirmektedir. Siber uzayda ise kapasite hakkında doğru mesajın nasıl ve kime verileceği oldukça şüphelidir. Birey ve gruplara karşı gösterilmesi gereken kapasite ile devletlerarası düzeyde gösterilmesi gereken kapasitesi arasında farklılık bulunmaktadır. Bunun da ötesinde siber uzayda saldırılar sistemde bulunan yazılım açıkları kullanılarak yapılmaktadır. Geliştirilen kapasitenin ifşası aynı zamanda açığın da ifşası anlamına gelmektedir. Açık kapatıldığında ise geliştirilen kapasite yapılan tüm yatırım ve emeğe karşın anlamsız hale gelmektedir.

Yukarıda ortaya konuların problemlerin kısa vadede çözülmesi oldukça zor gözükmektedir. Siber uzayın insan temelli olması nedeniyle yaratılan bu boyutta yaşanacak değişimlerin çözüm olanakları sunması kaçınılmaz olsa da aynı nedenden ötürü yeni problemlerin ortaya çıkmasına da neden olacağı aşikardır. Devletler caydırıcılıklarını sağlamak zorundadırlar. Bu nedenle bu alanda yapılan çalışmalar ve yaşanan gelişmeler çok daha farklı bakış açılarının oluşmasına neden olacaktır.

 

Siber alanın atom karıncası: Jason Healey

İlk bakışta (bıyığı, sakalı ve bazen taktığı gözlükleriyle) bir karikatürü andıran ve ilginç bir karaktere sahip olduğu her halinden anlaşılan bir siber lider Jason Healey. Kendisi Atlantik Konseyi’nin Siber Devlet Yönetimi İnisiyatifi’nin başındaki kişi, bu adı gerek özgün bir girişim olmasından, gerekse çok yeni bir kavramı içinde barındırmasından ötürü ilk defa duyanlar için biraz açıklamak gerekebilir. İnisiyatif, politika belirleyicilere siberalanın beraberinde gelen kaçınılmaz regülasyon karmaşası içinde yol göstermeyi amaçlayan bir araç olarak geliştirilmiş esasında. Çok yeni bir kavram olan Siber Devlet Yönetimi’ni, geleneksel ulusal güvenlik ve uluslararası ilişkiler alanlarıyla bir araya getirmeye çalışan İnisiyatif, bu anlamda hem bir ilk olma özelliği taşıyor, hem de başta ABD olmak üzere Konsey üyesi ülkelere de ciddi bir yol haritası çizmeye çalışıyor. İnisiyatif, temelde siberalanda bir süredir devam eden uluslararası işbirliği, rekabet ve çatışma kavramlarına odaklanıyor.

Forbes’un yayınladığı Twitter’da takip edilmesi gereken 20 önemli siber politika uzmanı listesinde[1] öne çıkan Healey, tipi, fikirleri ve geçmişiyle oldukça dikkat çeken bir isim. 1990’lı yıllardan bu yana siber dünyanın içinde yer alan Healey, kariyerine Amerikan Hava Kuvvetleri’nde İstihbarat görevlisi olarak başlamış, bu dönem dahilinde Pentagon ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda kurulan, dünyadaki ilk müşterek siber savaş kuvveti[2] olma özelliği taşıyan Bilgisayar Ağ Savunması biriminde yürüttüğü üst düzey siber operasyonlar nedeniyle iki kere üstün hizmet madalyası almaya layık görülmüş. Kariyerine Bush döneminde 2003-2005 yılları arası Beyaz Saray’ın Siber ve Kritik Altyapı Güvenliği direktörü olarak devam etmiş. Healey’nin kariyerini özel yapan en önemli faktör, siber alana hem kamu, hem de özel sektör gözünden bakabilmesini sağlayan görevlerde bulunmuş olması. Goldman Sachs için iki ayrı dönem çalışan, ilk döneminde şirketin ilk siber saldırılarla mukabele birimini kurup yöneten Healey, ikinci hizmet döneminde ise bankanın Asya’daki operasyonel güvenliğini ve devamlılığını sağlamakla yükümlü olan Hong Kong biriminin başındaymış.

Hava Kuvvetleri Akademisi’nde siyaset bilimi, Johns Hopkins Üniversitesi’nde sosyal bilimler ve James Madison Üniversitesi’nde bilgi güvenliği üzerine çalışmalar yürüten Healey, disiplinler arası çalşımanın önemini erken dönemde kavramış. Akademinin sıkı bir takipçisi olan Healey, siber çatışma ve devlet yönetimi alanlarında öne çıkan sayısız makale ve raporun sahibi olmakla beraber Georgetown Üniversitesi’nde siber politika alanında aktif olarak da ders vermekte. Kendisi siberalanda gerçekleşmiş çatışmaları kronolojik ve akademik anlamda ilk defa, 1986-2012 yılları arasında olmak üzere inceleyen A Fierce Domain: Conflict in Cyberspace, 1986-2012 kitabının editörü. Hatta daha da derine inmek gerekirse, siber güvenlik yakın takipçileri ve ulusal siber güvenlik politikaları üzerine çalışanlar için öncü olan NATO CCDCOE’nin yayınladığı National Cybersecurity Framework Manual’ın da eş yazarı. Ayak basılmadık alan bırakmayan Healey, siber lider olmanın hakkını belki de en çok veren isimlerden biri.

Siber Devlet Yönetimi İnisiyatifi’nin yakın dönemde öne çıkan en önemli misyonu “Saving Cyberspace” yani siber alanı kurtarmak adını taşıyor. Healey konuşmalarında siber alanı kurtarmak dediğinde herkesin aklına ilk gelen sorunun ‘kimden?’ olduğunu ve ofansif aktivitelerin, defansiflere kıyasla çok daha gelişmiş ve ileride olduğu bir dönemde böyle bir yaklaşımın hiç de süpriz olmadığını belirtiyor. Tam da bu nedenle ‘kimden?’ algısını, ‘kimin için?’ yönünde değiştirmediğimiz, interneti suçun, savaşın ve espiyonaj faaliyetlerinin vuku bulduğu bir yer olarak niteleyip, siber alanı silahlandırmaya çalışmaktan vazgeçmediğimiz sürece dijital geleceğimizin çok büyük darbe alacağını ısrarla vurguluyor. Mevcut ‘güvenlik vs. mahremiyet’ tartışmalarını internetin yönetişimine dair olumlu adımların atılmasındaki en büyük engel olarak gören Healey, siber güvenliği ulusal güvenlikle aynı sepete koymanın da sakıncaları olduğunu düşünüyor. Bu konuda yaptığı en çarpıcı benzetme, internetin belli bir süre sonra Somali gibi gözükebileceği üzerine; bir diğer deyişle başarısız, güvenliği sağlanamayan, günlük hayatın her alanının mütemadiyen tehdit altında olduğu bir yer. ‘Internet of things’ kavramıyla herkes için yeni bir kapının aralanacağını savunan Healey, bir bakıma internet yönetişimi ve siber güvenlik algısının yeniden şekillendirilmediği takdirde ateşle oynamaya devam edeceğimizi ve sonunda hepimizin yanabileceğini söylüyor.

Amerika gibi siber alanı silahlandıranların başında gelen bir devletin yetiştirdiği bir siber liderin bu denli protest fikirlere sahip olması hem ilgi çekici, hem düşündürücü. Yazılarını ve konuşmalarını değerlendirirken, bu yazıda da değinmeye çalıştığım söylemlerinin (mevcut siber liderlerden duymamız imkansız olsa da) dikkate alınması ve çok daha yakından incelenmesi gerektiği kanısına vardım. Çoktan güvenlikleştirdiğimiz siber alanı farklı bir platforma taşımak zorluğu yadsınamaz bir iş ve herşeyden önemlisi konunun akıbeti nihayetinde yine teknolojide öncü ve güçlü devletlerdeki karar alıcıların inisiyatifinde. Siber güvenlik meselesinin kısa zamanda savunma sanayi şirketlerine ciddi paralar kazandırdığı unutulmaması gereken bir gerçek, yani aslında mevcut senaryo hem politika yapıcılara, hem de özel sektöre yarıyor. Bu trend gelecekte değişir mi, internet gerçekten de kurtarılabilir mi bilmiyorum, ancak benim karamsarlığımın aksine Healey gibi idealistler için sanırım hala bir umut var.
[1] http://www.forbes.com/sites/richardstiennon/2014/04/07/20-cyber-policy-experts-to-follow-on-twitter/

[2] Joint cyber warfighting unit

Rusya’yı rahatsız eden NATO Direktörü: Albay Artur Suzik

Son yıllarda imza attıkları çalışmalar ve yayınladıkları stratejik akademik dökümanlarla siber güvenlik dünyasında ses getirmeye başlayan Estonya merkezli, NATO akreditasyonuna sahip Siber Savunma Mükemmeliyet Merkezi (CCD COE), diğer tüm mükemmeliyet merkezleri gibi NATO bütçesinden ve emir komuta zincirinden bağımsız bir yapılanma. Uluslararası bir yürütme kurulu tarafından rehberlik edilen bu merkez, siber güvenliğe kıyısından köşesinden dokunan her sunumda ibretlik bir olay olarak anlatılan Estonya siber saldırısını takiben 2008 yılında Talinn’de kurulmuş. O tarihten bu yana iki asker kökenli Estonyalı komutasında yönetilen merkez, 2012 yılı Haziran ayından bu yana Albay Artur Suzik’in önderliğinde çalışmalar yürütüyor.

Suzik ile ilgili açık kaynak tarama yapmak bir hayli zor, bunun sebebi belki hala aktif görevde olması, belki asker kökenli oluşu, belki de bambaşka sebepler, tam kestirmek mümkün değil. Ancak Ukrayna krizi esnasında NATO bünyesinde hareket ettiği düşünülen hackerların Ukrayna’daki bilgi akışını şekillendirecek saldırılar gerçekleştirdiğini iddia eden bir sitede karşıma çıkan bilgiye göre, Suzik’in NATO bünyesinde yer almasından Kremlin bir hayli rahatsız. Öyle ki, Suzik’in Leningrad’da bulunan Askeri Mühendislik Yüksekokulu’ndan mezun olması bu rahatsızlığın asıl sebebi. Bir önceki direktör Albay Ilmar Tamm ile ilgili her türlü bilgiye saniyeler içinde ulaşılabiliyorken, Suzik ile ilgili verdiği kısa demeçler ve NATO strateji dökümanları dışında bir bilgi edinilemiyor olmasında bahsi geçen bu akademik geçmişin rol oynadığı elbette düşünülebilir. Belki bu ve benzeri soruların cevabı Suzik görevden ayrıldığında netlik kazanacaktır, fakat şimdilik Suzik’in kariyeri hakkında net olan nadir bilgilerden biri 2012 yılına kadar Estonya Savunma Kuvvetleri’nin J6 olarak adlandırılan, haberleşme ve bilgi sistemleri üzerine uzmanlaşmış Sinyal Departmanı’nın başında olduğu. Merkez’in başına gelmeden önce de Brüksel’deki NATO Karargah’ında görev yaptığı biliniyor. Bu açıdan kendisi siber liderler serisinin belki de en gizemli lideri.

Suzik’in adını öne çıkaran en önemli konu, 2012 yılından bu yana düzenlenen ve mevcut siber tatbikatlar arasında en geniş çaplı olma özelliği taşıyan Locked Shields simülasyonu. Simülasyonun asıl amacı, yarışan takımların siberalanda kurgulanmış bir senaryo dahilinde, gerçek-zamanlı olarak ağ savunması yapması. Sonuncusu geçtiğimiz yıl düzenlenen Locked Shields, iki gün sürmesi, 17 ülkeden 300 katılımcıyı bir araya getirmesi ve takımların saldıran bir takım karşısında savunma stratejilerini hayata geçirmeleri açısından kritik. Her sene senaryolarını geliştiren Locked Shields’e, 2014 yılında Android işletim sistemli cihazlar, IP kameralar ve VoIP (Voice over IP) gibi uygulamalara yönelik siber saldırıların da dahil edilmesi, gerçek dünyada karşımıza yeni yeni çıkmaya başlayan açıklıklara yer vermesi açısından kayda değer. Locked Shields kapsamında takımlar iki gün boyunca birbirleriyle rekabet halinde de olsa, oyun bir şekilde iş birliği ve bilgi paylaşımına da sevk edecek şekilde tasarlanmış. Zaten Suzik de değerlendirmesinde tatbikatın öncelikli amacının bu tarz kriz anlarında uluslararası bilgi paylaşımının ve farklı ülkelerde konuşlanmış bilişim uzmanlarının koordineli çalışabilmesinin önemini vurgulamak olduğunu belirtiyor. Konu siber güvenlik olunca, düşük teknolojili çözümlerin artık mevzubahis olmadığını söyleyen Suzik, ulusların siber savunma stratejileri geliştirirken hatları kesin çizgilerle belirlenmiş bir plana bağlı kalmaktansa, sürekli değişen bir düzleme hızlı ve doğal bir şekilde adapte olabilecek modeller izlenmesi gerektiğini ısrarla dile getiriyor. Tam da bu yüzden Locked Shields gibi oyunların, katılımcılara deneme, yanılma ve pratik yapma imkanı tanıması nedeniyle, stratejik modellerin hayata geçirilme sürecinde büyük rol oynadığını düşünüyor.

Türkiye’nin de katıldığı Locked Shields 2014’te Polonya’nın birinci olduğu bilinmesine rağmen, diğer ülkelerin nasıl bir sonuç aldığı açıklanmıyor. Ülke isimlerine yer verilmese de, tatbikat sonrası yayınlanan değerlendirmede takımların baş etmekte zorlandıkları siber açıklıkları bulmak mümkün. Bunların başında custom web uygulamalarının korunması, IPv6 üzerindeki kötücül trafiğin filtrelenmesi ve tespiti, önceden yerleştirilmiş, anti-virüs uygulamalarını etkisiz bırakabilen zararlı yazılımların saptanması ve en önemlisi de iyi durum değerlendirme raporlarının yazılması geliyor. Sıralanan listeye bakıldığında, Türkiye de dahil olmak üzere katılan tüm ülkelerin katetmesi gereken uzun yollar olduğunu söylemek mümkün. Türkiye özeline inecek olursak, bu konuya ayrılan bütçe, konuyla ilgilenecek siber güvenlik uzmanlarının motivasyonu ve ülke olarak tutarlı bir duruş sergilemeye kalıyor. Türkiye, Merkez’e Milli Gönüllü Desteği (National Voluntary Contribution) adı altında bulunan ülkeler arasında yer alıyor. Bu üyelik modelinde her hangi bir maddi destek bulunmuyor. Kamu’da çalışan görevliler belirli sürelerle Merkez’e gelerek burada çalışıyorlar. Aynı zamanda, kısa eğitimler hem vermek hem de almak için Türkiye’deki siber güvenlik uzmanları Tallinn’e gidiyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ekim ayında gerçekleştirdiği Estonya ziyaretinde Merkez’e de uğraması umut verici olsa da, o tarihten sonra somut bir adım atılmadı.

Bu kapsamda görüşüm, TSK ve diğer ilgili kurumların siber birimlerinin gerek Suzik ile gerekse CCD COE ile daha sıkı bağlar kurması, Türkiye’de düzenlenecek daha fazla eğitim, konferans, akademik çalışma ve tatbikatın içinde yer alacağımız aktivitelere imza atması hem programının bir üyesi olarak merkezden yarar sağlamasına, hem de gerek akademik gerek stratejik anlamda merkeze fayda getirmesine neden olacağı yönünde.