Kategori arşivi: Makale & Analiz

Siberbülten siber güvenlik ile ilgili haberlerin bulunduğu bir site olmanın dışında, siber güvenliğin sosyal bilimler ile kesişme noktalarındaki konularla ilgilenen akademisyen, öğrenci ve araştırmacılar için bir yayın platformudur. Bu bölümde siberalan ve siber güvenliğin uluslararası hukuk, uluslararası ilişkiler, strateji, güvenlik ve siyaset bilimine ile ilişkisi ve yansımaları ile ilgili blog tarzı yazılar ve derin analizler bulabilirsiniz.

NATO’nun ilk kadın siber güvenlik direktörü: Merle Maigre

1 Eylül 2017’den itibaren resmen Talinn merkezli NATO CCD COE direktörlüğü görevini Sven Sakkov’dan devralan Merle Maigre, merkezin güvenlik camiasında kazandığı saygınlık göz önünde bulundurulduğunda iyi analiz edilmesi gereken bir siber lider olarak önem kazanıyor. Sakkov’un veda konuşmasında dikkat çeken bir nokta var; “dijital yaşam tarzımız, siber güvenlik ve savunma el ele gitmesi gereken konular, eğer savunmaya yatırım yapmazsanız, diğerlerinin kalıcı olmasını bekleyemezsiniz” diyor. Savunma özelindeki bu vurgu, kariyeri boyunca savunma odaklı çalışan Maigre’nin uzmanlık alanına bir gönderme niteliği taşıyor.

İlgili yazı >> NATO’nun ilk sivil siber güvenlik direktörü: Sven Sakkov

2012 yılından bu yana Estonya Cumhurbaşkanı’nın güvenlik danışmanlığı görevini yürüten yeni direktörün, öncesinde de Brüksel’de NATO Genel Sekreteri General Anders Fogh Rasmussen’e politika danışmanlığı yaptığı biliniyor. Direktörün akademik geçmişi, bize tam bir sosyal bilimci olduğunu söylüyor: Tartu Üniversitesi’nde Tarih okuduğu dönemde üç yıl süreyle Amerika’daki Middlebury College’da uluslararası çalışmalar yürüten Maigre, King’s College London’da Savaş Çalışmaları alanında yüksek lisans sahibi. Ancak Maigre’in özgeçmişi ve bugüne kadarki kariyeri, siber güvenlik çerçevesinde çalışmamış olduğunu hemen hissettiriyor.

Kanımca Merle Maigre’in bu göreve seçilmesinin ardında, sahip olduğu geniş uluslararası ilişkiler kontak ağı, NATO’nun siyasi işleyişini iyi anlayıp, yönetebiliyor olması ve en önemlisi Rusya karşıtı, Batı yanlısı söylemleri yatıyor. Okuma imkânı bulduğum siyasi analizlerinde kabaca fark edilen bu tutum, özellikle Rusya’nın Ukrayna ve Estonya üzerinde uyguladığı hibrid savaş yöntemlerinden bahsettiği bir yazısında büsbütün gözleniyor. Rus ordusunun hibrid savaş kapsamında enerji ablukası, bilgi savaşı, finansal yaptırım ve siber saldırılardan sıklıkla yararlandığını belirten Maigre, Rusya’nın tüm bu unsurları neredeyse mükemmele yakın bir koordinasyonla uyguluyor olmasını oldukça etkileyici ve bir o kadar da korkutucu buluyor.

İlgili yazı >> Hibrid savaş ve siber uzay 

Yazılarında öne çıkan “liberal demokrasi” ve Batı değerleri yanlısı kimliğe rağmen, Avrupa’nın bu koordine hibrid saldırılar karşısında akut bir zafiyete sahip olmasını açıkça eleştirebiliyor. Avrupa’nın aşina olduğu, baskı, etkileme ve istikrarsızlaşma için Rusya tarafından uygulanan hibrid yöntemlere yenilerinin eklendiğini savunan Maigre, yeni unsurların birleşimiyle ortaya çıkan iki büyük tehdidi, “sürpriz etkisi” ve beraberinde gelen “muğlaklık” olarak betimliyor. Böyle zamanlarda NATO ve AB gibi çok uluslu organizasyonların yaşadığı akıl tutulması sonucu net bir duruş ve eylem ortaya koyamaması, sanırım Maigre’in bahsettiği “akut zafiyet” kapsamında daha bir anlam kazanıyor.

SİBER LİDERLER DİZİSİNİN TÜM YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYIN

Büyük resme baktığımızda yeni direktörün kariyeri, uluslararası siyasetçi kimliği ve Rus karşıtlığı, bir önceki yönetici Sakkov’un kariyeriyle bir hayli benzerlik gösteriyor. Bu arada bir dip not vermek gerekirse: Sven Sakkov’u değerlendirdiğim 2015 tarihli yazıdaki öngörülerimin, bu yıl Talinn Manual 2.0’ın yayınlanması ve CCD COE’nin ev sahipliğindeki en geniş ve en karmaşık teknik siber savunma egzersizinin Sakkov yönetiminde gerçekleşmesiyle doğrulandığını söyleyebilirim.

Bu kapsamda Maigre dönemine yönelik hislerim bana merkezin icraatlarında, Sakkov’un inşa ettiği uluslararası hukuk ve diplomasi ekseninden, savunma ve güvenlik eksenine bir kayma olacağını söylüyor. Merle Maigre, bu tabloda Rusya kaynaklı tehdit algısı yüksek, Batılı kimliği gelişmiş ve hem teknik, hem güvenlik camiasına kendini kanıtlaması beklenen bir kadın yönetici olarak karşımıza çıkıyor. Sakkov’a kıyasla daha katı bir tutum takınabileceğini düşündüğüm yeni direktör önderliğinde  siber güvenliğin siyasi ve askeri açılımlarına daha fazla vurgu yapan, yeri geldiğinde proaktif politikalar geliştirip, uygulayabilecek bir CCD COE görebiliriz.

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için doldurunuz

Uluslararası hukuk açısından NotPetya

3141675 06/28/2017 IT systems in several countries have undergone a global ransomware attack. Vladimir Trefilov/Sputnik via AP

27 Haziran’da başta Ukrayna olmak üzere Avrupa, ABD ve Rusya’yı vuran NotPetya yazılımı, mevcut uluslararası hukuk normlarının siber dünyaya uygulanabilirliği sorununu tekrar gündeme taşıdı.

Siber güvenlik uzmanları, başlangıçta saldırıyı WannaCry benzeri bir fidye yazılımı olarak değerlendirse de aslında NotPetya’nın belirli sistemlere yönelerek ekonomik zarara yol açmayı ve kaos ortamı oluşturmayı amaçladığı sonucuna vardı. Hatta NATO akreditasyonuna sahip Müşterek Siber Savunma Merkezi (CCD COE), zararlı yazılımın arkasındaki devletin kendi siber saldırı kapasitesini test etmek veya gücünü göstermek amacıyla böyle bir bir saldırı gerçekleştirdiğini iddia etti.

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg saldırının ertesi günü yaptığı açıklamada; ‘silahlı saldırı’ ile kıyaslanabilecek sonuçlar doğuran siber operasyonların NATO Antlaşması’nın 5. maddesini etkin hale getirebileceği ve siber saldırılara askeri yöntemlerle karşılık verilebileceğini duyurdu. Microsoft ise barış zamanında sivillere yönelik gerçekleşen devlet destekli siber saldırıları engellemek adına çalışmalar yapılması gerektiğini belirtti. Ayrıca bu kapsamda devletleri uluslararası insancıl hukuku düzenleyen 1949 Cenevre Sözleşmeleri benzeri bir ‘Dijital Cenevre Sözleşmesi’ yapmaya davet ettiği çağrısını yeniledi. Bu açıklamalarla beraber NotPetya’nın etkileri dikkate alındığında, saldırının uluslararası hukuku ilgilendiren yönlerinin de tartışılması gerektiğine inanıyoruz.

İsnat Edilebilirlik

NotPetya kötü amaçlı yazılımının esas olarak Ukrayna’yı hedef aldığı ancak daha sonra diğer ülkelere yayıldığı tahmin ediliyor. Bu noktada ilk sorulması gereken, saldırının kimin tarafında gerçekleştirildiği. Uluslararası hukukta haksız bir eylemin bir devlete isnat edilebilirliği, eylemin bir devlet organı veya bir devletin “talimatı, yönlendirmesi veya kontrolü” ile hareket eden devlet-dışı bir aktör tarafından gerçekleştirildiği hallerde mümkündür. Kesin bir şekilde isnat edilebilirlik mümkün olmasa da CCD COE uzmanları saldırının bir devlet organı veya devlet destekli bir aktör tarafından gerçekleştirildiğini düşünüyor. Bu iddialarını destekleyen en önemli olgu, yazılımın maliyetinin bir devletle bağlantılı olmayan hackerlarca karşılanamayacak kadar fazla olması. Ayrıca uzmanlar basitçe hazırlanmış bu fidye toplama yöntemiyle NotPetya’nın maliyetinin dahi çıkarılamayacağını öngörüyor. Ukrayna Güvenlik Servisi ise ellerinde deliller olduğunu belirterek saldırının arkasında Rusya’nın olduğunu iddia ediyor. Ancak saldırıdan etkilenen şirketler arasında Rus devletinin en büyük hissedar olduğu Rosneft’in bulunduğunu da not etmek gerekiyor.

Operasyonun Hukuki Niteliği

Saldırının bir devlete isnat edilebildiğini varsayarsak cevabını arayacağımız ikinci soru NotPetya’nın uluslararası hukukun hangi ilkelerini ihlal ettiği olacaktır. Temel olarak 3 kuraldan bahsedebiliriz; müdahale etmeme ilkesi, egemenlik hakkı ve kuvvet kullanmama ilkesi.

Müdahale etmeme (non-intervention) kuralı, BM Sözleşmesi’nde açık bir şekilde yer almasa da uluslararası teamül olarak kabul görmüş ve birçok davada bu kurala atıfta bulunulmuştur. Esas olan bir devletin diğer ülkenin iç işlerine cebir içeren bir eylemle müdahalede bulunmamasıdır. Örnek olarak, Rusya’nın ABD seçimlerine müdahalesini bu kapsamda değerlendirmiştik. NotPetya’nın ise bazı devlet kurumlarına zarar verdiği biliniyorsa da eylemin bir devletin iç işlerine veya hükümetin yürüttüğü bir kampanyaya müdahale ettiği söylenemeyecektir.

Egemenlik hakkı (sovereignty) ise bir devlete kendi toprakları üzerinde münhasıran kontrol yetkisi tanımaktadır. Tallinn Siber Savaş Kılavuzu, bir ülkenin siber altyapısının da o devletin egemenliği kapsamında değerlendirileceğini açıkça ifade etmektedir. Siber araçlar kullanılarak bir ülkedeki kamusal ya da özel siber altyapıya yapılan saldırılar o ülkenin egemenlik hakkını ihlal etmektedir. Ancak bu saldırıların basit yaralanmaya veya donanımsal bir parçanın tamirini gerektirecek fiziksel bir zarara sebebiyet verecek düzeyde olması gerekmektedir. Sistemin işleyişi için gerekli dataların yok olmasına yol açan siber saldırılar da bu hakkı ihlal etmektedir . NotPetya’nın verdiği fiziki zararın boyutu tam olarak bilinmemektedir. Ancak Tallinn Kılavuzu’nu hazırlayan ekibin lideri Micheal Schmitt, NotPetya’nın sistemleri geçici olarak servis dışı bırakmanın ötesinde altyapıya zarar verdiği ve erişimi engellendiğini ifade ederek, bu durumun egemenlik hakkını ihlal ettiğini belirtmiştir.

Kuvvet kullanmama ilkesi (prohibition on the use of force), bir devletin BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan veya meşru müdafaa hakkı doğmadan başka bir devlete karşı kuvvet kullanımını yasaklamaktadır. Ancak bu ilkenin ihlal edilmiş sayılabilmesi için siber saldırı, ölçüsü ve etkisi açısından kalıcı veya büyük çaplı bir fiziksel zarara ya da ölüm veya yaralanmaya sebebiyet vermesi gerekmektedir. Uzmanlar siber operasyonunun ciddi bir ekonomik istikrarsızlığa yol açtığı durumları da kuvvet kullanımı olarak kabul etmektedir. Eldeki bilgilerle NotPetya’nın etkisinin bu seviyeye ulaşmadığı ve kuvvet kullanma yasağının delinmediğini söyleyebiliriz.

Uluslararası İnsancıl Hukuk (International Humanitarian Law)

Tartışılması gereken bir diğer husus, uluslararası insancıl hukukun (uluslararası silahlı çatışmalar hukuku) hangi koşullarda siber operasyonlara uygulanabileceğidir. İnsancıl hukukun uygulanabilmesi için öncelikli olarak devlet ya da devlet dışı aktörlerin silahlı çatışma içerisine girmesi gerekmektedir. NotPetya’nın Rusya’nın kontrolündeki bir grup hackerca gerçekleştirdiğini varsayarsak ve Rusya ile Ukrayna’nın Kırım ve Ukrayna’nın doğusunda silahlı çatışma içerisinde olduğunu dikkate alırsak, insancıl hukukun uygulama alanı bulduğundan söz edebiliriz. Bu durumda siber operasyonları da insancıl hukuk normları kapsamında değerlendirmemiz gerekecektir.

Ancak eğer siber saldırı silahlı çatışma içerisinde olunmayan yani Rusya’nın dışında bir devlet tarafından gerçekleştirildiyse insancıl hukukun uygulanabilmesi için siber eylemin ‘saldırı’ seviyesinde olması şartı aranacaktır. Bu ise eylemin ölüm, yaralanma veya ciddi düzeyde fiziksel zarara yol açabileceği durumlarda mümkündür. Fakat NotPetya’nın bu seviyeye ulaşmadığını düşünüyoruz.

İnsancıl hukukun en temel ilkesi, silahlı çatışmalar sırasında gerçekleştirilen saldırılarda sivil ve askeri hedeflerin ayırt edilmesi gerektiğidir. Ancak bu ilke, yukarıda belirttiğimiz ‘saldırı’ seviyesindeki eylemler için geçerli olacaktır. NotPetya bu seviyede olmadığı için ‘ayırt etme ilkesi’ uygulanamayacaktır. İlkeyi anlamak adına NotPetya’nın bu seviyede bir ‘saldırı’ olduğunu varsayarsak, ilk olarak bu yazılımın sivilleri mi yoksa askeri unsurları mı hedef aldığını sormamız gerekecektir. NotPetya’nın özel şirketleri, Kiev Havaalanını, elektrik santrallerini ve sağlık ağını hedef aldığı göz önünde bulundurulduğunda, bunların askeri avantaj sağlayan unsurlardan çok sivil objeler olduğu kanaatine varılabilir. Bu varsayımla, NotPetya uluslararası insancıl hukuku ihlal etmiş sayılacaktır ve savaş suçu olarak değerlendirilecektir.

Sonuç olarak, siber eylemlerin sayısı ve etkileri arttıkça saldırıların uluslararası hukuk boyutuna ilişkin tartışmalar genişleyerek devam edecektir. Yukarıda yaptığımız tartışmalarda da görebileceğiniz üzere kinetik savaşa uygulanan hukuku siber dünyaya uyarlarken bazı belirsizlikler ortaya çıkmaktadır. Hem isnat edilebilirlik koşulları hem de saldırıların niteliğini belirlemede bazı sorunlar görülmektedir. Ancak NATO CCD COE araştırmacısı Tomáš Minárik’in   ifade ettiği gibi Microsoft’un önerdiği şekilde ‘yapılması hem hukuken karmaşık olacak hem de gerçekçi olmayacaktır. Siber hukuka ilişkin basit bildirilerde dahi devletler arasında bir mutabakat sağlanamazken, böylesine yenilikçi bir sözleşme beklemek şuan için pek gerçekçi değil. Ancak unutmamak gerekir ki uluslararası hukukun diğer bir kaynağı, uluslararası teamüller yani devletlerin uygulamalarıdır (state practice and opinio juris). Siber eylemlere karşı devletlerin refleksleri ve hukuki değerlendirmeleri zaman içinde siber savaş hukukunu belirleyen en temel unsur olacaktır.

Bir fotoğrafın etki gücü ve siber caydırıcılık

Son zamanlarda Türkiye’de siber güvenlik sektörünü izleyenlerin kulağına geliyordur, şirketler pazarlama bütçelerini genişletiyor; fırsat buldukça basın ve TV programlarında yer almaya çalışıyor, sosyal medya platformlarında daha aktif olmak için uzman istihdam ediyor. Artık konferans düzenleyip, bayramlarda tebrik maili atmanın ötesinde bir şeyler yapılması gerektiğine karar verilmiş olacak ki hem siber güvenlik teknolojilerinden anlayan hem de marketing kafasına sahip çalışan arıyor herkes.

Özel sektörün niyeti belli: Ürünleri ve hizmetleri için yeni satış kanalları oluşturmak.

Peki devletler siber güvenlik alanında halkla ilişkiler ve medyayı nasıl kullanıyor/kullanmalı?

Devletlerin pazarlayacakları ürünleri hizmetleri yoksa halkla ilişkilere de mi ihtiyacı yok? 

Diplomasi becerisi, devletlere savaşmadan kazanma gibi eşsiz bir imkan sunar. Hasmınız, sizi elindeki güçle alt edemeyeceğine ikna olursa savaşa girmeden taviz vermeye başlar. Yani marifet kılıcı çekip düşmanla vuruşmak değil, kılıcın oldukça parlak ve güçlü olduğunu gösterip karşı tarafta ‘aman buna bulaşmayalım’ izlenimi uyandırmakta.

Uluslararası ilişkilerde ‘caydırıcılık’ (deterrence) olarak bilinen bu kavram, en popüler zamanını Soğuk Savaş döneminde yaşadı. Dünyanın iki süper gücü arasında nükleer savaş ihtimalinin zirveye çıkmasında caydırıcılık stratejisinin büyük payı vardı. Fakat nükleer caydırıcılığın dünyayı iyi bir yere götürmediğini bizzat bu fikrin babası olan Henry Kissenger Soğuk Savaş sonrasında itiraf etti.

‘Siber Savaş’ teriminin altın zamanını yaşadığı günümüzde ise ‘deterrence’ da yeniden keşfedildi. Bu kez siber caydırıcılık masaya yatırıldı, karşı tarafın   -siber alanda karşınızda nükleer savaştaki gibi sadece devletler değil, hacker gruplarından terörist örgütlere kadar birçok aktör var- ‘Nasıl olur da yıkıcı bir siber saldırı başlatmasını önleriz?’ sorusunun üzerinde kafa yoruldu, yoruluyor.

Siber caydırıcılık üzerine çok çeşitli görüşler ortaya konuluyor, inter-disipliner çalışmalar düzenleniyor. Bence stratejik siber güvenliğin Kamu Özel Sektör İşbirliği’nden sonra en önemli konusu devletlerin siber alanda nasıl bir caydırıcılık politikası izleyeceği.

Asimetrik bir muharebe sahası olan siber alanı biraz daha asimetrik kılan faktörlerin başında ‘gücünü gösterememe’ yatıyor. Tam da bu noktada devreye halkla ilişkiler ve medya giriyor. Çünkü askeri törenler ile -İran, Rusya ve Kuzey Kore’nin yapmaya devam ettiği gibi- ülkeler ellerindeki yeni füzeleri, tankları, uçaksavarları ve bunun gibi silahlarını düşmanlarına ‘korku salmak’ için vitrine çıkarma gibi bir yöntem siber alanda işlemiyor. Geliştirilen istismar gereçleri, bulunan sıfırıncı gün açıklıkları veya güçlü sunucular ile kuantum bilgisayarları askeri kortejlerde sergileme imkanı yok.

Halkla ilişkiler (PR) bir algı oluşturma / değiştirme çabasıdır. Asimetrik bir etki gücüne sahiptir, ufacık bir detay tarihe geçecek olaylara neden olabilir. Simetrik dünyada bile geniş çapta etkiye sahip olan medyanın dönüştürücü etkisinin siber caydırıcılık noktasında oynayabileceği rolün kapsamı dudak uçuklatıcı boyutlara varabilir.

 

Lafı uzatmadan, bir fotoğrafın nasıl politik kırılmalara yol açtığına dair kısa birkaç örnek sunalım:

1963’de Vietnam yönetimini protesto etmek için kendisini yakan Budist rahibin bu fotoğrafını olayın ertesi günü masasında bulan ABD Başkanı Kennedy, ülkeye askeri müdahale sürecini hızlandırma kararı almıştı.

 

 

 

 

 

 

Bosna Savaşın’ın en kanlı zamanında Sırp askerlerinin eline geçmemek için intihar eden Ferida Osmanovic’in bu fotoğrafı da ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albrihgt’ı harekete geçirmiş, Amerika’nın Belgrad’ı bombalamasına kadar giden sürecin yolunu açmıştı. 

 

 

 

 

 

 

 

 

Caydırıcılık adına verilebilecek başarılı bir halkla ilişkiler çalışması. 90 bin ton ağırlığındaki bir uçak gemisine sahip olmanın gücü büyük oranda onu kullanabilme ihtimalinden doğar. Füze ateşlemesine gerek kalmadan gücünü gösteren uçak gemisinin bu resminin basılı olduğu tişörtleri ABD’nin bir çok yerinde görmek mümkün. 

 

 

 

 

 

 

 

Siber caydırıcılık ve medya

Siber dünyada medyanın caydırıcılıkta kullanımı çok daha farklı ve ince bir stratejinin çizilmesi gereken bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bazı durumlarda hasmınızı suçlamak için başvuracağınız medya silahı aslında onun siber kabiliyetlerinin herkes tarafından bilinmesini sağlayabiliyor.

Bu durumun örneklerinden bir tanesi siber caydırıcılık denilince akla ilk gelen görüntü şüphesiz Mandiant’ı üne ve paraya boğan meşhur raporunda yayınladığı Çin Ordusu’nun siber biriminin yer aldığı binanın fotoğrafı. 

 

 

 

 

 

 

Mandiant bu fotoğrafın yer aldığı raporu yayınlayarak Çin Devleti’nin kamuoyu tarafından bilinenin ötesinde bir siber potansiyeli olduğunu tüm dünyaya duyurmuştu.

Raporun hazırlanmasında istihbarat servislerinden yardım alındığına kesin gözüyle bakılsa da, bir gazete haberi olarak değil de siber güvenlik şirketinin raporunun böyle bilgileri sızdırmak için kullanılan bir araç haline gelmesi dikkat çekiciydi. Aynı zamanda siber caydırıcılıkta medyanın ana rolünü başka organlarla paylaşmak zorunda olacağının da bir habercisiydi.

Obama döneminde bir siber şeytan halinde sunulan Çin, yerini Trump döneminde Rusya’ya bıraksa da, 2014’de ABD’li şirketlerin sistemlerine sızarak yıllarca siber espiyonaj operasyonu çeken Çinli askerlerin fotoğraflarının yayınlanması ve operasyonun tüm ayrıntılarının anlatıldığı bir iddianame hazırlanarak Pekin Yönetimi’nin siber marifetlerinin Amerikan eliyle sergilenmesi de başka bir ‘tersine siber caydırıcılık’ örneği olarak derslerde okutulmak üzere yerini aldı.

ABD’nin siber caydırıcılık manevralarına konusunda ise medyanın artık ana organ olmadığı söylenebilir. Artık medyada yer alan nerede çekildiği özenle gizlenen, askerlerin yüzlerinin buzlandığı fotoğraflar yerini ‘sızıntılara’ bırakmış gibi gözüküyor.

Snowden sızıntıları ABD tarihinin en büyük vatana ihanet davalarından biri olarak görülüyor. Bu meselenin ‘olgu’ boyutunda böyle olabilir. Ama ‘algı’ boyutuna geldiğimizde ülkemizde de sıkça duyduğumuz ‘ABD bizi dinliyor abi’ söylentisinin bir paranoyadan ibaret olmadığı Snowden sızıntıları ile ete kemiğe büründüğü de bir gerçek. ABD kısa vadede ikili ilişkilerde sorunlarla karşılaşsa da, siber istihbarat alanında ne kadar ileri gittiğini artık hepimiz öğrenmiş olduk. Aynı açıdan VAULT 7 sızıntıları da ‘caydırıcılık’ unsuru olarak değerlendirilebilir. VAULT 7’nin algısal analizi yapılsa iki nokta üzerinde büyük ihtimalle durulur: Birincisi ABD Devlet’inde sadece NSA’in değil aynı zamanda CIA’in de bir istismar deposunun bulunması ve bu siber silahların son yaşanan saldırılardan anlaşılacağı üzere küresel bir siber krizi tetikleyebilecek kapsama sahip olması.

Sadece medyanın rolü değil geleneksel PR stratejileri de siber caydırıcılıkta değişime uğruyor. Örneğin Pentagon sistemlerinden veri sızdırılmasıyla sonuçlanan bir siber saldırı ile ilgili yaptığı resmi açıklamada artık ilk iş olarak saldırıyı reddetmiyor. Bilakis saldırının gerçekleştiğini belirterek ‘hangi verilerin çalındığının henüz belirlenemediği’ gibi zayıflık uyandıran ifadelere başvurmaktan çekinmiyor. Artık anlaşılmış olmalı ki, siber dünyada hakikatlerin ortaya çıkışı gerçek dünyadan çok daha hızlı oluyor. Yani inkar etmenin kazandıracağı bir zaman yok.

Son not:

Bu fotoğraf ise 15 gün önce SİSAMER Projesi kapsamında Siber Savunma Harekat Merkezi açılışını duyurmak için kullanıldı ve bu yazının yazılmasına ilham kaynağı oldu.

 

 

 

 

 

 

 

Çağrı merkezinden Dijital Bakanlığa bir başarı hikayesi: Mounir Mahjoubi

Mounir Mahjoubi

Fransa’nın yeni başkanı Emmanuel Macron’nun beyin takımının en genç ve kendi tabiriyle en “geek” üyesi olan Mounir Mahjoubi, Mayıs ayından bu yana Dijital İşlerden Sorumlu Devlet Bakanı koltuğunda oturuyor. Başkanlık seçimleri süresince halkın onu Macron’un dijital savunucusu olarak tanıdığını, seçim kampanyasının onun sayesinde asgari hasarla yürütülebildiğini belirtmek gerekiyor. Ancak Mahjoubi hakkında anlatılacaklar yakın tarihle sınırlı değil, onu yakından tanımak için önce geçmişine bakmalıyız.

SİBER LİDERLER DİZİSİNİN TÜM YAZILARINA BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ

İsminden de anlaşılacağı üzere kendisi Fas asıllı, 1970’lerde Paris’e iş bulma hayalleriyle gelmiş mülteci bir ailenin oğlu. Küçük yaşlardan beri matematiğe ve geometriye ilgi duyan Mahjoubi, Paris bilim müzesinde internetle tanıştığı ilk andan bu yana bilgisayarlara ve kod yazmaya karşı tarif edilemez bir ilgi geliştirmiş. 16 yaşında bu ilgisinden para kazanmak ümidiyle o dönemler Fransa’nın ilk büyük internet servis sağlayıcısı olan Club Internet’te çağrı merkezi teknisyeni olarak işe başlayan Mahjoubi, sekiz sene boyunca kazandıklarıyla Hukuk lisansını ve meşhur Sorbonne ve Sciences-Po Üniversitelerinde lisansüstü eğitimini karşılamış. Ancak yine de genç bakan, geriye dönüp baktığında bugünkü mütevaziliğini 8 sene boyunca cevapladığı 9000 çağrıya borçlu olduğunu söylüyor; “bu insanların sorunlarını çözüp, onları mutlu etmek benim en büyük keyfimdi” diyor.

Her ne kadar eğitimleri ve çok yönlülüğüyle göz doldursa da, işçi sınıfı bir aileden gelmesi ve Arap tınılı bir isme sahip olması nedeniyle yüzüne pek çok kapı kapandığını saklamıyor. Verdiği bir röportajda genç yaşlarda bilişim start-up’larına yönelmesini ve politikaya atılma dürtüsünü tam olarak bu sosyal eşitsizliğin tetiklediğini söylüyor. 2002 yılından bu yana Sosyalist Parti üyesi olan, dijital dünya ile hukuk ve siyaseti kesiştiren birikimiyle Macron’un dijital danışmanlığı görevini üstlenen genç bakan, başarılarının ardında Facebook, Twitter gibi sosyal medya araçlarını canlı yayın ve bilgi akışı için ustalıkla kullanmaları olduğunu düşünüyor. Ancak asıl bahsetmemiz gereken konu, Mahjoubi’nin tüm bu süreç boyunca siber güvenlik konusunda attığı, geleceğe dönük önemli dersler çıkarılabilecek adımlar.

İlgili haber >> Uluslararası hukuk açısından Rusların ABD seçimlerine müdahalesi

AB ve NATO yanlısı tutumu, Rusya karşıtı duruşu nedeniyle daha seçim kampanyası başlamadan Macron’un pek çok okun hedefinde olacağı biliniyordu diyor Mahjoubi. Aynı zamanda Hillary Clinton ve Demokrat Parti’nin yaşadıklarını yakından takip etmiş biri olarak, ABD’nin seçimlere yönelik siber tehditleri doğru okuyamadığını ve doğru yönetemediğini de düşünüyordu. Bu kaygıyla, aynı yanlışı kendi ülkesinde tekrarlamamak adına harekete geçen dijital danışman, “siber bulandırma” olarak bilinen bir karşı saldırı stratejisini seçim kampanyasının en başında hayata geçirdi. Bankalar ve şirketlerin sıklıkla faydalandığı bu taktikte, asıl amaç uydurma bilgi ve dokümanlarla dolu sahte mail hesapları yaratarak saldırganların hedeften şaşmalarını (ya da hedefe ulaştıklarını sanmalarını) sağlamak olarak açıklanabilir. Binlerce tuzak hesap kuran Mahjoubi, bu tuzaklarla saldırganları yavaşlattıklarını ve kafalarını karıştırdıklarını söylüyor; “onlara bir dakika bile kaybettirmemiz, bizim için kazançtır” diye de ekliyor.

Mahjoubi, ekibini hedef alan oltalama maillerinde bizzat gerçek üyelerin ve kampanya çalışanlarının isimlerinin kullanıldığını ve bu maillerin oldukça “kaliteli” hazırlandığını belirtiyor. Oltalama saldırılarıyla eş zamanlı olarak Rus medyasından yayılan yalan haberler ve saldırılan sistemlerde rastlanan, Rus yazılımlarının izlerini taşıyan metadata, saldırganların kimliği konusunda ipucu verse de, genç bakan açıkça kimseyi suçlamıyor.

Çizilen mevcut tablo bize siber saldırılarla önemli devlet süreçlerini manipüle etmenin mümkün olduğunu söylese de, Mahjoubi ve ekibinin attığı adımlar, bu saldırıların yenilmez veya önlenemez olmadığını kanıtlıyor. Özellikle ikili ilişkilere, kültürel, ekonomik veya politik süreçlere müdahale etmeyi amaçlayan bilgi harbi teknikleri, erken uyarı ve hareket mekanizmalarıyla kontrol altına alınabiliyor.

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için formu doldurunuz

STEM: Sanat ile Bilimi Buluşturmak

STEM ifadesini artık daha sık karşımıza çıkmaya başladı. Üzerinde konuşulmaya ve tartışılmaya ihtiyacı olan bu sistemi masaya yatırmanın ve bazı soruları yöneltmenin tam zamanı:

“Neden STEM?”

Tarih boyunca devletlere yön veren en önemli unsur bilimsel gelişmeler olmuştur. Teknolojik buluşlar ve yeni bilimsel olgular çağ açıp kapatmış, ve her defasında insanoğlu inanılmaz bir hızla yeni hedeflere doğru yönelmeye başlamıştır. Eski çağlarda sistematik bir eğitim sisteminin olmadığını ve herkesin bu imkana erişemediğini göz önünde bulundurunca akla “Nasıl?” sorusu geliyor. Bu durum etraflıca incelendiğinde ise birinci elden denemenin, gözlemlemenin ve tecrübe etmenin oynadığı rol çok açık bir şekilde görülmekte. Bu da demek oluyor ki bizler; deneme ve tecrübe etme imkanlarını arttırmalıyız ki hedeflerimiz doğrultusunda daha emin, daha güçlü adımlar atabilelim ve dünyamızı değiştirme yolunda ilerleyebilelim. STEM modelini incelediğinizde en temel yapıtaşlarından birinin “hands-on” öğrenme, yani birinci elden tecrübeye dayalı öğrenme modeli olduğunu görebilirsiniz.

İlgili yazı >> STEM ile kuyu köpeği kurtarmak

“Science, Technology, Engineering, Mathematics”, bu başlıkları incelediğimizde şöyle bir ilişki görüyoruz: Teknoloji, mühendislik çalışmalarının sonucunda ortaya çıkan gelişmeler bütünüdür. Mühendislik bilimsel faaliyetlerin, somutlaşma ve günlük hayatımıza adapte olma sürecidir. Ve son olarak da bilim dili, matematiktir. Yani eğitim sistemi olarak benimsenmekte olan bu model, aslında bilim-teknik gelişme sürecinin tamamını kapsayan, aralarındaki köprünün görülmesini ve geçilmesini sağlayan yani “disiplinler arası” öğrenmeyi ve gelişmeyi esas alan bir süreci kapsıyor. Peki neden bu kadar önemli bilim dalları arasında geçiş yaparak, bir bütünü görerek öğrenmek ve çalışmak? Şu an teknolojiye yön veren ve önümüzdeki yıllarda daha da çok duymaya başlayacağımız IoT yani nesnelerin interneti, giyilebilir teknoloji, big data gibi yeni alanları incelediğimizde, hepsinin de disiplinler arası düşünebilme ve ürün geliştirebilme becerilerinin sonucu olarak ortaya çıktığını görebiliriz.

“Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır.” Cumhuriyetimiz bu ilkelerle kuruldu ve bizlerin en temel en önemli görevlerinden biri de bu ilkeleri ilelebet yaşatmak. Bu durumda bilimin gelişimini anlayabilmek, özümseyebilmek ve takip edebilmek için en önemli basamaklardan biri de yeni jenerasyonları anlayabilmekten geçiyor. Teknoloji çağı çocukları olan ve eskiye kıyasla bilgiye ulaşabilme imkanı inanılmaz derecede artmış olan bizlerin, küçük yaşlardan itibaren bulunduğumuz çağın esaslarına yönelik bir eğitim sistemi içerisinde yer alabilmek, Mustafa Kemal Atatrük’ün ilkeleri doğrultusunda atmamız gereken en önemli adımlar arasında geliyor. Bu durumda, felsefesi ve yöntemleri göz önünde bulundurulduğunda en doğru ve en güçlü modelin, STEM modeli olduğu anlaşılıyor.

İlgili yazı >> Liseli bir girişimcinin Silikon Vadisi anıları

Tabi ki tüketen konumundan üreten konumuna geçebilmek için, tükettiklerimizi iyi anlamak ve bunlara yeni değerler katmak hayati rol oynuyor. “Güzel sanatlarda muvaffak olmak, bütün inkılaplarda başarıya ulaşmak demektir. Güzel sanatlarda muvaffak olamayan milletler ne yazık ki, medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla yer almaktan ilelebet mahrum kalacaklardır.” Cumhuriyetimizin esaslarından bir diğeri olan sanat hususuna da gereken önemi vermek, geleceğimizi biçimlendirebilmemiz için özümsememiz gereken olmazsa olmazlar arasında. Bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik, her alanın en önemli gereksinimlerinden biri de, estetik görebilmek, düşünebilmek ve üretebilmek. Hem sanatın hem bilimin doğayı anlayabilmek ihtiyacından doğmuş olduğunu düşünecek olursak, aralarında ne kadar kuvvetli bir ilişki olduğunu anlayabiliriz.  Bu noktada “STEM” konseptine son zamanlarda dahil edilmeye başlanmış olan Art(sanat) ile STEM sürecini STEAM’e çevirebilmek bilim yolunda ilerlenmesi için atılması gereken bir sonraki adım durumunda.