Nazlı Zeynep Bozdemir tarafından yazılmış tüm yazılar

2009’da TED Ankara Koleji Lisesi’nden, 2013’te Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden yüksek şerefle mezun oldu. Siber güvenlik çalışmalarına 2011 yılında Groningen Üniversitesinde bulunduğu sırada başlayan Bozdemir, European Forum Alpbach, TÜBİTAK ve NATO bünyesinde birçok ulusal ve uluslararası siber güvenlik eğitimine katıldı. Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladığı “Re-Conceptualizing Cyberterrorism: Towards a New Definitional Framework” başlıklı yüksek lisans tezini 2016 yılında savundu ve yüksek şerefle mezun oldu. ODTÜ Enformatik Enstitüsü altında 2015 yılında açılan Siber Güvenlik yüksek lisans programına ilk sosyal bilimci olarak seçildi ve 2018 Ocak ayı itibariyle "Understanding Cyberespionage: A Cross-Disciplinary Perspective" isimli projesini savunarak bölümden yüksek şerefle mezun oldu. Dil eğitimi nedeniyle bir süreliğine Almanya'da yaşayan Bozdemir, bir siber güvenlik firmasında ürün pazarlama üzerine çalışmaktadır.

İstihbarata doymayan adam: Michael S. Rogers

“If cyber is going to be a fundamental component of the world we’re living in, then over time we need get to the idea of norms of behavior, deterrents and response thresholds.”  -Michael S. Rogers

Micheal Rogers 2014 yılında ABD Siber Komutanlığının kurucusu Keith Alexander’dan NSA, CSS ve ABD Siber Komutanlık başkanlığı görevlerini devralırken birçok risk ile karşı karşıya kaldığını biliyordu. Dinleme skandalı ve Snowden sızıntıları nedeniyle ABD hükümetinin hem yerel hem küresel anlamda itibar kaybetmesi ve ciddi eleştiriler altında kalması masasında bulduğu sorunların başında geliyordu. Bir yandan dünya ABD’nin kendi müttefiklerini bile dinlediği gerçeğiyle sarsılırken, diğer taraftan ABD vatandaşlarının kendi hükümetleri tarafından izlendiğinin ortaya çıkması dinleme operasyonlarının merkezindeki NSA’i eleştirilerin odağı haline getirti.

Bu baskıların yanı sıra Rogers’ın karşısındaki mücadele alanlarından biri de kişiseldi. Alexander gibi başarılı bir siber liderin arkasından bu görevi devralmak, üstelik bu hengameli zamanda, başlı başına büyük bir zorluk.

İLGİLİ HABER >>> ROGERS’IN CYCON PERFORMANSI: DÜNYAYI DİNLİYORUM GÖZLERİM KAPALI

Rogers’ın hayatına bakılırsa bu kadar geniş çaplı olmasa da zorluklara yabancı olmadığı anlaşılıyor. Doğma büyüme bir Chicago’lu olan Amiral Rogers çok istemesine rağmen Deniz Harp Okulu’na girmeye hak kazanamamış. Fakat 1981 yılında mezun olduğu Auburn Üniversitesi Deniz Yedek Subay Hazırlık Eğitim Teşkilatı, ona en gelişmiş deniz araçlarını kullanabilmesi konusunda ciddi bir eğitim vermiş.

Böylece 33 yıllık Deniz Kuvvetleri kariyeri başlayan Rogers, 1986 yılında ordunun içindeki yeniden yapılanma nedeniyle şimdiki adıyla bilgi harbi (information warfare) olarak anılan kriptoloji biriminde çalışmak üzere görevlendirilmiş. Bu görev süresince sinyal istihbaratı ve siber harp (cyber warfare) konularında uzmanlaşma şansı bulan Amiral, hem saldırı hem de savunma odaklı siber operasyonlar üzerine oldukça deneyim kazanmış. 2007 yılında Pasifik Komutanlığı’na üst düzey istihbarat yöneticisi olarak atandıktan iki yıl sonra Müşterek Karargah’ın (US Joint Staff) istihbarat direktörlüğüne yükselmiş. Buradaki görevi boyunca Amerika ve NATO’nun Libya operasyonlarına taktiksel boyutta önemli destekler veren Rogers’ın bu katkıları mükafatsız kalmamış olacak ki, 2011 yılında ABD Deniz Kuvvetleri’ne bağlı 10ncu Filo’nun (Siber Komutanlık Filosu olarak da biliniyor) başına geçmiş. 2014 yılında Keith Alexander’ın yerine geleceği söylentilerini takiben, Obama’nın açıklamasıyla kesinleşen yeni görevinde Rogers, hem yurtiçinde hem de yurtdışında ciddi kan kaybeden NSA’a duyulan güveni tazeleme gibi büyük ve kapsamlı bir sorumluluğun da altına girmiş.

Keith Alexander’ın ulusal güvenlik ve istihbarat çabalarına gelmiş geçmiş en büyük darbeyi indirdiğine inandığı Snowden skandalı karşısında takındığı ‘cool’ tutumla dikkat çeken Rogers, bu sızıntılardan kaynaklanan her türlü hasarı elinden geldiğince çabuk gidereceği mesajını göreve geldiği ilk günden bu yana sıklıkla veriyor. Ancak kendisine yöneltilen eleştirilerin temelinde kişisel gizlilik ve yasadışı dinlemeler konusunda tam olarak hangi noktada durduğunun anlaşılaması yatıyor.

NSA’in yürüttüğü aktivitelerle ilgili olarak ‘yasal çerçeve’ kavramına sıklıkla vurgu yapan ve bu nedenle de tepki çeken Rogers’ın, son dönemde başlattığı en önemli tartışma,  teknoloji şirketlerine akıllı telefonlar ve diğer dijital cihazlardaki şifreli bilgilere Amerikan hükümetinin dilediği zaman ulaşabileceği ‘arka kapılar’ (backdoors) açma zorunluluğu yüklenebilir mi, yüklenemez mi özelinde ilerliyor. Rogers, arka kapıların ulusal istihbarat stratejisi kapsamında hayati olduğunu ve ne vatandaşların mahremiyetine ne de Amerika merkezli teknoloji şirketlerinin uluslararası pazardaki değerine zarar vereceğini söylemekle kalmıyor, bir adım daha ileri giderek bu kapılara arka kapı denmesinin olumsuz bir algı yarattığını, yasal düzenlemelerle bu kavramın ön kapıya (front door) çevrilmemesi için hiç bir engel görmediğini de belirtiyor.

SİBER LİDERLER DİZİSİNİN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Yahoo, Apple, Microsoft gibi teknoloji devlerinin üst düzey bilgi güvenlikçileri, bu kapıların yalnız Amerika’ya açılması gibi ayrıcalıklı bir durumun mümkün ve mantık çerçevesinde olmayacağını ve bu kapılarla birlikte yeni güvenlik açıklarının oluşacağını vurgulasa da, Rogers teklifinde oldukça ısrarlı gözüküyor. Bu ısrarının arkasında Snowden belgelerine yönelik farklı yaklaşımıının yattığı düşünülüyor. Dünya kamuoyu, ABD istihbaratının çok sayıda ülkeyi dinlediğinin Snowden belgeleriyle ortaya çıktığını savunurken, Rogers’ın başını çektiği azınlık ise bu belgelerin terör örgütlerinin karşı istihbarat kapasitesini artırdığını ileri sürüyor. Bu tezden yola çıkan Rogers, Amerika’nın büyük bir siber saldırıyla karşı karşıya kalacağına kesin gözüyle bakıyor. Amiral son model cihazlarla gelen gelişmiş şifrelemenin özellikle teröre karşı koyma faaliyetleri açısından büyük sorun teşkil ettiğini, tam da bu nedenle hassas istihbarat toplama faaliyetlerinin önündeki yasal engellerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini belirtse de, şimdilik sessiz kalmayı seçen Obama’nın son sözü konunun akıbetini belirleyecek gibi gözüküyor.

HAFTALIK SİBER BÜLTEN RAPORUNA ABONE OLMAK İÇİN FORMU DOLDURUNUZ

[wysija_form id=”2″]

İki Başkanın vazgeçemediği danışman: Howard Schmidt

“I do not share the viewpoint that we are on the brick of disaster every time a new worm or a new Ddos comes out.” -Howard Schmidt

Howard Schmidt, hem Bush, hem de Obama dönemlerinde hizmet etmiş, Amerika’nın milli siber güvenlik stratejisinden, kritik altyapıların güvenliği politikasına kadar belirleyici bir çok dökümanına yön vermiş bir isim. Kariyerinin başlagıcı sayılan 1967 yılında kimyasal güçlü patlayıcılar ve nükleer silahlar üzerine Hava Kuvvetleri Akademisi’nde uzmanlaşan Schmidt, 1968-1974 yılları arasında üç ayrı dönem de Vietnam Savaşı’nda bulunmuş fakat savaşta hizmet verdiği son dönemi takiben ordudan ani bir kararla ayrılmış ve Arizona Polis Kuvvetleri’nde 11 yıl sürecek olan bir sürece adım atmış. Bu sürenin büyük bir kısmında SWAT ekibi bünyesinde de görevleri olan Schmidt, hukukun yaptırımı ve işleyişi konularında önemli eğitimler almış. 1994’te kariyerinde bir başka dönüm noktası yaşanmış ve FBI’a bağlı Uyuşturucuyla Mücadele ve İstihbarat biriminde çalışmaya başlamış. Şahsi bilgisayarların uyuşturucu müşterilerinin ve hesap bilgilerinin yer aldığı listeleri saklamak için kullanıldığı, suçla ilişkilendirilebilecek (dolandırıcılık, cinayet vb.) her türlü ‘sanal’ aktivite içeren vakalarda görev alan Schmidt, kısa süre içinde kendi analiz ekibini kurup, başına geçmiş. Ancak FBI’daki görevi de uzun soluklu olamamış. Herhalde monotonluğu sevmiyor olacak ki, neredeyse her 5-8 yılda bir kariyer değişikliğine yönelmiş Schmidt, Linkedin profilini bu nedenle tek solukta görüntülemek yer aldığı birimlerin ve pozisyonların fazlalığı nedeniyle neredeyse imkansız.

Howard Schmidt

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kamu tarafında yer aldığı görevlerin fazlalılığı sizi yanıltmasın, eBay, Microsoft, HP gibi çok tanıdık firmaların siber güvenlik birimlerinde üst düzey görevleri de olmuş Schmidt’in. Phoenix Üniversitesi’nde İşletme okuyan, ardından da aynı okulda MBA tamamlayan Schmidt, aslında tam bir sosyal bilimci. Onu siber güvenlik alanında önemli bir figür yapma yolundaki en önemli iki gelişme, okulu tamamladığı dönemde aldığı Bilgi Sistemleri Güvenliği Uzmanlığı ve Bilgi Güvenliği Yöneticiliği sertifikaları. Araştırmamdan anladığım, her iki sertifikanın da zorlu bir eğitim ve sınav sürecinin akabinde verildiği yönünde, bu iki önemli eğitime ek olarak sahada edindiği deneyimleri de göz önünde bulundurursak, sosyal yönü bir hayli güçlü bir siber lider çıkıyor karşımıza. Siber liderlik yolunda ilk adım, 11 Eylül saldırıları sonrası Bush’un kritik altyapıların korunmasından sorumlu kuruluna Richard Clarke ile birlikte eş-başkanlık etmesiyle atılmış esasında. Bu dönemde özellikle kritik iletişim altyapılarının ve elektrik santrallerinin güvenliğine biçilen anlam, teröre karşı gafil avlanmanın verdiği hassasiyetle birleşince, Schmidt’in yer aldığı kurul oldukça önem kazanmış. Kuruldaki yetkilerine ek olarak, Bush’un siber alanın güvenliğinden sorumlu özel danışmanı olarak atanması, Schmidt’i Beyaz Saray’ın ilk ‘Siber Çar’ı yapmış.

SİBER LİDERLER DİZİSİNİN DİĞER YAZILARI İÇİN TIKLAYINIZ

Bu dönemde altında imzası bulunan en önemli çalışma, siber alanı stratejik bir alan olarak karşımıza çıkaran, dünyaya da çoğu anlamda yol göstermiş Uluslararası Siber Güvenlik Stratejisi Belgesi. Bu belgeyi, ilk olmasından ve çoğu konuda diğer ülkeleri peşinden sürükleyecek fikirleri aşılamasından ötürü ayrı bir yere koymak oldukça önemli, zira ABD’nin siber alanda karşısına çıkabilecek ‘kötü niyetli’ girişimlere karşı tıpkı kara, deniz, hava ve uzay sınırlarını savunur gibi ‘gereken her türlü’[1] askeri ve diplomatik aksiyonu alacağı yazılı olarak ilk defa bu belgeyle bildirildi. İki buçuk sene bu pozisyonda kaldıktan sonra ayrılıp, özel sektöre yönelen Schmidt’in kariyerindeki en büyük şans, 2009 yılında Obama yönetiminde bir numaralı siber güvenlik danışmanı olarak görevlendirilip, 2011 tarihli ikinci Uluslararası Siber Güvenlik Stratejisi Belgesi’ne de yön verme imkanı bulmuş olması. Ancak iki başkana hizmet ettiği sürelerde gözlenen en belirgin fark, Bush dönemindeki geniş hareket alanının, Obama döneminde gerek asker kimliği, gerekse NSA ile olan bağlarından ötürü yetkilerinin herkesten fazla oluşuyla oldukça dikkat çeken General Keith Alexander tarafından sınırlanması.

2012 yılında ailesine ve akademik kariyerine yoğunlaşmak için görevden ayrılma kararını, Alexander’ın gölgesinde kalmaktan rahatsızlık duyduğundan aldığı hala siber güvenlik çevrelerinde tartışılsa da, hukukçu ve güvenlik uzmanlarına karşı siber alanın güvenliği ve mahremiyet konularında verdiği mücadelenin onu çok yorduğundan sık sık bahsediyor Schmidt. Alexander’ın siber alanla ilgili takındığı ‘felaket habercisi’ tutuma bir de NSA’in faaliyetleri eklendiğinde, yıldızlarının barışmıyor olması pek de hayretle karşılamamak gerekiyor esasında. Çoğu konuşmasında ‘siber savaş’, ‘siber 9/11’, ‘siber Pearl Harbour’ benzetmelerini kullanmayı hiç sevmediğini, bu terimlerin korkunç metaforlar olarak siber güvenlik literatürüne yerleştiğini düşündüğünü vurgulayan Schmidt, siber savaştan bahsettiğimiz bir ortamda kazanan olamaz diyor. Siber savaş/çatışma konseptinin, siber alanda gerçekleşen her türlü beklenmedik saldırının siber güvenlik çalışan çoğu kişiyi fazlasıyla heycanlandırdığı gerçeğini bir kenara bırakıp düşününce, aslında Schmidt çok da haksız gözükmüyor.

Schmidt halen Ridge-Schmidt Cyber LLC adlı bir danışmanlık şirketinde ortak olarak faaliyetlerine devam ediyor.

 

SİBER BÜLTEN HAFTALIK RAPORUNA ABONE OLMAK İÇİN FORMU DOLDURUNUZ

[wysija_form id=”2″]

 

Siber Güvenlik Kurulu’na yeni üyeler mi geliyor?

Geçtiğimiz hafta üçüncüsü düzenlenen Uluslararası Adli Bilişim ve Güvenlik Sempozyumu (ISDFS), 11-12 Mayıs 2015 tarihlerinde Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın desteğiyle Prof. Dr. Şeref Sağıroğlu’nun kaydadeğer özverisiyle Gazi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi evsahipliğinde Ankara’da gerçekleşti. Siber güvenliğin şimdiye kadar yakından inceleme imkanı bulamadığım bir alanında iki tam gün boyunca yurtdışı ve yurtiçinden gelen katılımcıları dinleme fırsatı sunan bu etkinliğin, Mobil Adli Bilişime yoğunlaşan bir özel eğitim ayağı da vardı.  Katılımcı kitlesini kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarından gelen uzman ve akademisyenlerin oluşturduğu sempozyumda, bilgi güvenliği, siber güvenlik ve adli bilişim konuları disiplinlerarası ele alınmaya çalışıldı.

Adli bilişim uzmanı ve Yaşar Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ahmet Koltuksuz, Sempoyuzm genelinde dinlediğim en iyi konuşmacılardan biriydi. “Adli Bilişiminin Geleceği ve Gelecekte Adli Bilişim” başlıklı konuşmasında, yeni teknolojilerin ileri dönük faydaların yanında engeller de getireceğine, arasında DNA-geninin hacklenmesinden tutun da, illegal 3D baskı yöntemlerine kadar uzanan geniş bir ‘alışılmadık’ suç yelpazesinin ortaya çıkmakta olduğuna değinirken, yakın dönemi etkileyeceği öngörülen megatrendlerin başında devlete teknoloji yoluyla meydan okumaya başlayacak bireyleri gördüğünü belirtti.  Kendisiyle öğle yemeğinde daha detaylı sohbet etme imkanı bulduğum Koltuksuz, Türkçe’deki siber terimlerin yetersizliği üzerine konuştuğumuz esnada ‘sanal gerçeklik’ çevirisine daha tutarlı bir alternatif olarak ‘zahiri gerçeklik’ kavramını uygun bulduğunu paylaştı. Tüm terimleri birebir çevirmek zahmetli ve bazı zamanlarda hakim Batılı siber dilin doğası gereği imkansız olsa da, en azından siber kavramların kapsamlı anlamlarına dair Türkçe çalışma yapacak özverili ve çok disiplinli bir kurul oluşturulabileceği konusunda hemfikirdik. Takip eden panelde, Sam Houston Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cihan Varol’un ‘adli bilişim ve eğitim’ başlıklı konuşmasında, siber güvenlik bütçesinin 2014 yılı için $786 milyon olarak belirlenmesine, ABD’de konuya yönelik oldukça fazla bölüm ve program olduğuna ve siber güvenliğin kapsamlı olduğu kadar uzun soluklu bir yol haritasıyla sağlanabileceğine değindi.

İLGİLİ HABER >>> ABD SİBER BÜTÇESİNİ 14 KAT ARTIRDI

Prof. Dr. Vahit Bıçak ve Emine Yazıcı Altıntaş’ın panelist olarak yerini aldığı öğleden sonra oturumu katılım yoğunluğu açısından dikkate değerdi. Panelde, Türkiye’nin 2015-2016 Siber Güvenlik Stratejisi ve Eylem Planı’na ilişkin konuşan Emine Yazıcı Altıntaş, geçmiş dönem stratejisine ilişkin, hayata geçirilmiş olmasını çok önemli ve yerinde bir hareket olarak değerlendirdi. Siber güvenlik stratejimizin en büyük derdini bütçe olarak yorumlarken, yeni stratejide siber güvenliğin milli güvenliğe entegre edildiğini söyleyen Altıntaş, ekonomik maliyet hesabının da stratejiye eklenmesinin yerinde olacağını aktardı. Siber Güvenlik İnisiyatifi’nden de bahsedilen panelde, yeni dönemde Ulusal Siber Güvenlik Kurulu’na üniversitelerin ve STK’lar ve özel sektör katılıcımcılarının da eklenmesinin sağlıklı bir ekosistemi oluşturulmasına katkısının büyük olacağı kaydedildi. Her ne kadar panelistlerden biri Mart ayında yaşanan elektrik kesintisi ve siber saldırı arasında teknik delile dayandırılmamış bir bağlantı kurup, ‘siber güvenlik bu yüzden Türkiye için önemlidir’ çıkarımına ulaşmış da olsa, katılımcıların ilgisi ve panelistlerin sunumlarının sektörel, kamu ve akademi düzeyinde yükselen bir bilince işaret etmesi oldukça olumluydu.

İLGİLİ YAZI >>> 31 MART ELEKTRİK KESİNTİSİ: PARANOYAYA ÇEYREK KALA

Sempozyum’un iki gün öncesinde düzenlenen ve bir tam gün süren Mobil Adli Bilişim veya diğer adıyla Mobil İnceleme eğitiminde, beklentilerim fiyat-kalite bağlamında tam anlamıyla karşılanamamış, güncel mobil inceleme tekniklerinden ziyade eğitmenimizin öne sürdüğü ‘Türkiye’nin %60-70’inin hala 1100, 3310 gibi telefonlar kullanıyor olduğu’ iddiasından hareketle tabiri yerindeyse ‘modası geçmiş’ yöntemler incelenmiş ve görmeyi umduğum vaka çalışmalarına yer verilmemiş olması belli bir hayal kırıklığı yaratmış da olsa, eğitim sırasında sağlanan sunumlar konuya giriş yapmam açısından önemliydi.[1]

Türkiye’de CMK 134 ışığında, önce imaj almanın hedeflenmesi, incelenen cihaza direk USB bağlayıp olay yerinde inceleme yapılmasının yapan kişiye soruşturma açılma sebebi yaratacak kadar ciddi bir usulsüzlük olduğunun belirtilmesi, Hollanda gibi çoğu Avrupa ülkesinde bu durumun farklı olduğu, görevlilerin sahada incelemelerini yapıp raporu imaj üzerinde çalışmadan tamamladığı düşünülürse oldukça önemliydi. Durumun temelinde delil yerleştirme veya delil üzerinde oynama yapılmasının kontrol altına alınma isteği olduğu gözlense de, pratikte bu durumun sık sık medyada yer bulan delil karatma, yeni veriler ekleme, sahte delil ekleme, delili değiştirme, mahkeme kararlarını etkileme haberleri düşünüldüğünde ne kadar gözetildiği elbette ki tartışmaya açık. Ülkemizdeki güvenlik güçleri, hukukçular, teknik birimler  ve hatta akademisyenler için oldukça bakir. Gömülü verilere ulaşma ve bu verilerin analizi işlemlerini farklı disiplinlerden gelen uzmanların yaptığı bir gerçek, ancak idealinde konuyla ilgilenenlerin interdisipliner çalışabiliyor olması, süreci daha sağlıklı kılmak adına adli bilişim hukukunun geliştirilmesi, delil toplama işlemlerinin kapsamının genişletilmesi, inceleme işlemlerinin önündeki sıkıntıların kaldırılması ve işlemlerinin hızlandırılması, kamuoyunda çoktan kemikleşmiş olan olumsuz algıyı iyileştirilebilmek adına fazlasıyla gerekli.

[1] Eğitim sonrası yaptığım beş dakikalık bir araştırmayla, Deloitte firmasına ait bir 2013 tarihli bir araştırmanın Türkiye’de akıllı mobil cihaz kullanım oranının %67 olarak belirtildiğini bulmuşken, böyle bir iddia üzerine tüm eğitim yapılandırılmış olması mantığmla çelişse de, bunun bir ‘giriş’ kursu olduğunu unutmamak gerekiyor.

HAFTALIK RAPORUMUZA ABONE OLMAK İÇİN FORMU DOLDURUNUZ

[wysija_form id=”2″]

ABD’li hackerların korkulu rüyası: Shawn Henry

Uzun soluklu CSI serisine yeni eklenen CSI:Cyber’ın ilk bölümünden beri hem siber güvenliğin bir hayli teknik iç yüzünden anlayan, hem sahada operasyonel kabiliyetleri komandoları aratmayan FBI ajanı Elijah Mundo karakterinin gerçekte bir karşılığı olamayacağından neredeyse emindim. Ta ki yeni yazımın konusunu araştırırken karşıma çıkan Shawn Henry’e kadar.

Kısaca tanıtmak gerekirse, FBI merkezinde çeşitli birimlerde önemli birimlerde yer almış, FBI’in bir numaralı siber güvenlik yetkilisi sıfatıyla 24 senenin, sayısız ödül, kritik görev ve başarılı siber operasyonun ardından kendi isteğiyle emekliye ayrılıp, özel sektöre geçiş yapan bir isim Shawn Henry. Mavi gözleri, sıfıra vurulmuş saçları ve yapılı görüntüsüyle sarışın bir G.I. Joe’yu andıran Henry, gerçekten de FBI’da göreve başladığı 1989 yılından 1999 yılına kadar aktif olarak sahada görev almış ve SWAT ekibi bünyesinde bir çok operasyona katılmış. Daha kariyerinin başlarında FBI’in en nitelikli saha yetkililerine verdiği Üstün Cezai Soruşturma ödülünü almaya hak kazanan Henry, son yıllarındaysa yalnızca IT dünyasını etkileyen kritik devlet çalışanlarının listeye adını yazdırabildiği Federal Top 100’de yer almış ve McAfee’nin bir numaralı siber suç savaşçısı seçilmeye layık görülmüş.

Hofstra Üniversitesi’nde İşletme, Virginia Commonwealth Üniversitesi’nde Cezai Hukuk Yönetimi çalışan Henry, Deniz Harp Lisansüstü Eğitim Akademisi’nin Ulusal Güvenlik ve İstihbarat bölümünde Üst Düzey Ulusal Güvenlik Liderleri Yetiştirme Programı’nı tamamlarken, kariyerinin büyük bir kısmını siber suçları araştırmaya adamış. Sahip olduğu hukuki temelin ona şüphesiz üstünlük sağladığı bu alanda DDoS saldırılarından, şirket sırlarının çalınmasına, banka sistemlerine sızılmasından devlet-destekli güvenlik ihlallerine kadar pek çok farklı bilgisayar suçunun araştırılmasına önderlik etmiş.Tam da bu yüzden G8 İleri Teknoloji Suçlar Altgrubu’nda ABD temsilcisi olarak görevlendirilen Henry, Amerika’da siber güvenliğin gidişatını hem ulusal hem uluslararası politikalar nezdinde bir hayli şekillendirdiği düşünülen Kapsamlı Ulusal Siber Güvenlik İnisiyatifi’ne yön veren Ulusal Siber Çalışma Grubu’nun (CNCI) da ana üyelerinden birisi.

SİBER LİDERLER DİZİSİNİN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Aslında Henry’nin ‘executive’ yöneticiliğe uzanan ve onu zamanın haber başlıklarına ‘FBI’ın Bir Numaralı Siber Polisi’ olarak taşıyan serüveni, 2007 yılında FBI’ın Siber Birimi’ne yardımcı direktör olarak atanmasıyla başlamış. 2008’de direktörlüğe terfi etmiş ve nihayet 2010 yılında da FBI’a bağlı Criminal, Cyber, Response, and Services Şubesi’nin (CCRSB) başında yerini almış. Önderliğinde yürütülen, Anonymous, Antisec ve Lulzsec gibi tanıdık hacker gruplarına mensup 80 üyenin yakalandığı 2012 tarihli operasyonları takiben aldığı kararla görevden ayrılacağını belirten Henry’nin, emekli olduğu sırada 6ncı ayını yeni doldurmuş bir start-up şirketi olan CrowdStrike Services’in başına yönetici ve Güvenlik Başkanı olarak geçeceğini söylemesi siber güvenlik çevrelerinde bir hayli etki yaratmış.

CrowdStrike, siber olaylara anında müdahale ve zararlı yazılım değerlendirmeleri gibi alanlarda uzmanlaştığı belirtilen iki tanıdık ismin 26 milyon dolar yatırıma değer bulunarak başlattığı bir şirket esasında. CEO’su McAfee’nin eski CTO’su olan George Kurtz ve CTO’su ise yine McAfee’nin tehdit araştırmaları laboratuarının başında görev yapmış olan Dmitri Alperovitch. Biraz detaya inildiğinde ve şirketin faaliyetlerine yoğunlaşıldığında, CrowdStrike’in en önemli özelliği Henry’nin beraberinde getirdiği ‘proaktif’ tutum gibi gözüküyor.

Henry’nin siber dünyada saldırganlara karşı şimdiye kadar sergilenen ‘reaktif’ tavrın bir işe yaramadığını, saldırganların siber dünyada kendini korumaya çalışanlardan fersah fersah ileride olduğunu ve tüm bunların üzerine ABD’nin hackerlara karşı yürüttüğü savaşı kaybettiğini ısrarla vurgulayan bir tutum içerisinde olması elbette ki şirket dinamiklerini de etkiliyor. Öyle ki, şirketin yürüttüğü faaliyetler arasında ağlara izinsiz sızanları proaktif metodlarla avlamaya çalışmak da var. Bu anlamda Shawn Henry’nin hem özel sektörün, hem de devletin siber suçlar karşısında durağan bir tavır sergilemesi ve bu olaylar karşısında bilincin hala çok düşük olduğunu belirtirken verdiği örnek bir hayli önemli. Henry, şu ana kadar gerçekleşmiş siber suçları bir buzdağına benzetiyor, buzdağının görünen ucunun basında magazin değeri yüksek olduğu için yer bulan kredi kartı sahtekarlıkları, kimlik veya bilgi hırsızlıkları olduğunu ve yöneticisinden işçisine tüm halkın yalnızca işin bu boyutundan haberdar olduğunu söylerken ekliyor, ‘asıl tehdit dipte, suyun karanlık derinliklerinde’.

Verdiği röportajlar ve izlediğim sunumlarından Shawn Henry’e dair edindiğim en önemli fikir, en az Keith Alexander kadar ‘alarmist’, yani panik yaratan bir üslupla konuşması oldu. Özellikle Black Hat 2012’de özel sektörün bir parçası olan her şirkete siber saldırılardan sorumluların peşine proaktif şekilde düşmeleri gerektiğini tavsiye vermesi, bu suçlularla (hatta onun sözlerini tam olarak çevirmek gerekirse ‘düşman’ ile) savaşacak askerlere ihtiyaç olduğunu söylemesi, aksi takdirde şirketlerin bulundukları ülkeye karşı sorumluluklarını yerine getirmemiş olacaklarını belirtmesi ve sürekli siber 9/11 vurgusu yapması görüşümü oldukça pekiştirdi. Eski SWAT üyesinin, siber güvenliğe dair aykırı ve hatta saldırgan fikirleri olduğu bir gerçek, ancak bir başka gerçek de çoğu ülkenin son dönemde sıklıkla yönelmeye başladığı aktif siber defans (ACD) politikaları. Bu konu karşısında özel sektöre yüklemeye çalıştığı görevlerden bağımsız düşünürsek, fikirleri gerçekliğe zıt bir tablo çizmiyor.

HAFTALIK SİBER BÜLTEN RAPORUNA ABONE OLMAK İÇİN FORMU DOLDURUNUZ

[wysija_form id=”2″]

 

İsrail siber gücünün arkasındaki hayalet beyin: Eviatar Matania

İsrail Siber Büro’nun başında bulunan Eviatar Matania ile ilgili açık kaynak gerçekleştireceğiniz herhangi bir araştırmada karşınıza çıkan onlarca haber, demeç ve adının geçtiği sayısız makalenin sizi aldatmasına izin vermeyin. Şayet gerçek Matania, başında olduğu İsrail Ulusal Siber Büro’nun aktivitileri veya yol haritasına dair bilgi edinme gayesindeyseniz, tarayacağınız içi dolu gibi gözüken sayısız haber sizi pek de bir sonuca ulaştırmayacak. Bu anlamda İran ve Çin gibi ülkelerin ketum tavırlarının aksine, gerek Matania gerekse İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu Ulusal Siber Büro ve İsrail’in siber güvenlik stratejisinden bahsederken çok konuşup hiç bir şey söylememe sanatını ustalıkla kullanmış. Öyle ki, İsrail’in global siber güvenlik ve savunma pazarında neredeyse %10’luk bir paya sahip, 200’ü aşkın önemli start-up ve şirketin merkezi, hem sanal hem de fiziksel dünyada konunun başını çeken ülkelerden olduğu bilinmese, bu adamlar neden bahsediyor tepkisini vermek işten bile değil.

Kaç yaşında olduğu bilgisine ulaşamasam da, oldukça genç (30’larının sonunda) olduğunu tahmin ettiğim Matania, Talpiot Programı olarak adlandırılan, İsrail ordusu bünyesinde teknoloji alanında öne çıkan akademik başarılara sahip ve liderlik potensiyeli taşıyan askerlere sunulan 9 senelik özel bir eğitimden geçmiş. Lisansını Hebrew Üniversitesi’nde Fizik ve Matematik alanında, yüksek lisansını Tel Aviv Üniversitesi Matematik Bölümü’nde oyun teorisi üzerine uzmanlaşarak ve doktorasını ise yine Hebrew Üniversitesi’nde Muhakeme ve Karar Alma (Judgement and Decision-Making) başlığı altında tamamlamış. Daha fazla detaya erişilemese de, oldukça ilginç bir tablo çizen akademik geçmişi, Matania’nın soğukkanlı ve işin köklerinden gelen bir siber lider olmak üzere yetiştirildiği izlenimini veriyor. Özellikle oyun teorisi ve muhakame alanlarında uzmanlaşmış olmasına ek olarak kısa özgeçmişinde Ar&Ge projeleri ve sistem analizi konusunda edindiği belirtilen özel sektör deneyimi, onu eşsiz bir siber lider yapıyor.

İLGİLİ HABER >>> İSRAİL SİBER ORDU İÇİN YETENEK AVINDA

Bir kaç senedir CyberTech konferansına evsahipliği yapan İsrail, siber güvenlik meselelerini oldukça ciddiye aldığını her fırsatta yineliyor. Özellikle son düzenlenen etkinlikte Netanyahu’nun interneti İsrail’in periferisini özellikle güneye doğru geliştirmek için mükemmel bir araç olduğunu belirtmesi, ‘dijital İsrail’i kurarak siber kapasitesi fiziksel boyutuna kıyasla en yüksek devlet olma yolunda önemli aşama kaydedeceklerinin altını çizmesi bu anlamda bir hayli önemli. Netanyahu’nun alıntılanan konuşmasında ‘periferinin geliştirilmesi’ şeklinde bir vurgu yapması da ayrıca kayda değer. Öyle ki, periferi olarak adlandırılan Acre, Afula, Tel Hai, Ashkelon, Be’er Sheva, Kiryat Gat ve Ashdod bölgelerinde yaşayan 15-18 yaş aralığındaki öğrencileri hedefleyen Ulusal Siber Muharebe programı ile İsrail’in siber güvenlik alanında kalifiye işgücü ve elbette ki etkin bir siber ordu oluşturmayı amaçladığı bir çırpıda anlaşılıyor. Netanyahu’nun konuya beslediği şahsi ilgi, Ulusal Siber Büro’yu kendine yakın tutması ve İsrail’i önümüzdeki dönemde siber güvenlik alanında ilk beş ülke arasında görmek istediğini ısrarla belirtmesi, diğer ülkelerdeki siber liderlerin karşı karşıya olduğu yasal ve teknik kısıtlamalara kıyasla, İsrail’deki siber liderlerin bir hayli geniş hareket alanına sahip olduğunu gösteriyor.

HABERLERİMİZİ TOPLU OLARAK TWİTTER ADRESİNDEN TAKİP EDİN!

Hem Matania hem de Netanyahu’nun sanal dünyayı uluslararası siber koalisyonlar yapmak adına önemli bir ortam olarak değerlendirmeleri, bu alanda öne çıkacak işbirlikleri olmaksızın siber savunmanın istenen ölçülerde sağlanamayacağını savunmalarına yol açıyor. Özellikle Matania’nın görevi devralmasından bu yana İsrail-İngiltere arasında uzlaşılan 1.2 Milyon poundluk ortak siber savunam araştırma fonu, her sene düzenlenen sektörün büyük isimlerinin katılımıyla gerçekleştirilen CyberTech etkinlikleri ve İsrail-ABD arasındaki sıkı siber güvenlik münasebetleri İsrail’in ‘birlikte hareket etme’ konusuna yüklediği önemi gösteriyor. Hatta birlikte hareket etme adı altında Matania, bir adım daha ileri giderek İsrail, ABD, Avrupa Birliği, Avusturalya ve diğer Batı ülkelerinin aynı düşman karşısında savaştığını, düşmanın bazen küçük hacker grupları bazense topyekun ulus-devletler olarak karşımıza çıktığını söylüyor. Çin konusu sorulduğunda uyumlu hareket etmek isteyen her devlete kapımız açık dese de, Matania’nın İsrail’i ‘Batı’ ekseninde, ‘Batı’ için hareket eden bir siber güç olarak konumlandırması, bir kaç sene önce şahsen dinleme imkanı bulduğum, siber güvenliğin eskilerinden sayılabilecek Milton Mueller’in öne sürdüğü ‘dijital soğuk savaş’ kavramını akla getiriyor.[1]  Özellikle Matania’nın bir demecinde karşı karşıya kaldıkları siber saldırıları Hamas’ın attığı füzelerle kıyaslarsa, İsrail enerji ağının 2013 boyunca günde 2, 2014 yılında ise günde 15 füze tarafından hedef alındığını belirtmesi, İsrail’in siber alanı silahlandırma motivlerini pekiştiren bir savaş terminolojisini su yüzüne çıkarıyor. Mueller, bahsi geçen yazısında soğuk savaşın siber dünyada aslında hiç sona ermediğinden bahsediyor, dijital soğuk savaşın akıbeti gerçeğinden farklı olur mu olmaz mı bilinmese de İsrail, ısrarlı siber güvenlik gündemi, giderek artan siber gücü ve yetiştirdiği etkin teknik kadroyla bu alandaki gidişata en ön sıralardan yön vereceğini şimdiden kanıtlıyor.

HAFTALIK BÜLTENİMİZE ABONE OLMAK İÇİN FORMU DOLDURUN

[wysija_form id=”2″]