Minhac Çelik tarafından yazılmış tüm yazılar

2009 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olan Minhac Çelik, 2009-2013 yılları arasında medya sektöründe, ardından TÜBİTAK Siber Güvenlik Enstitüsü’nde uzman araştırmacı olarak çalıştı. Yurt içinde ve yurtdışında birçok konferansa konuşmacı olarak katıldı; ulusal ve uluslararası dergiler için makale yazdı. ABD'de Atlantic Council tarafından düzenlenen Siber Güvenlik Stratejisi Yarışması’nda 2014 yılının 'En İyi Karar Ödülü’nü alan takımın başında yer aldı. NATO'nun Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nde değişik ülkelerden gelen üst düzey askeri yetkililere siber terör hakkında eğitim verdi, workshop yönetti. TSK'nın düzenlediği harp oyunlarına stratejik siber güvenlik konusunda destek sağladı, Siber Savunma Komutanlığı’nın Locked Shields tatbikatına katılan takımında danışman olarak yer aldı. Çelik, Marmara Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına devam etmektedir. Şehir Üniversitesi'nde 2016 yılında Stratejik Siber Güvenlik yüksek lisans dersi vermiştir.

Siber kriz yönetişiminde medya iletişimi: BTC Türk örneği

Bayramın birinci günü Siber Bülten ekibi olarak bayramlaşmak yerine önemli bir haber için mesai yapmayı tercih ettik. Bu haber Türkiye’nin en büyük kripto para borsası BTC Türk’ün sistemlerinden ele geçirilen yüzbinlerce Türkiye vatandaşına ait kişisel verilerin bir hacker forumunda satışa çıkarılmasıyla ilgiliydi.

Editörlerimizden Oğuzcan Balyemez önce Twitter hesabından olay ile ilgili ilk bulgularını paylaştıktan sonra BTC Türk’ten gelen açıklamayla daha geniş bir şekilde haberi yazdı. Haberde BTC Türk’ten elde edildiği iddia edilen verilerin satışa çıkarıldığı belirtiliyor, BTC Türk’ün konuyla ilgili ilk açıklamasına yer veriliyordu. Nitekim günler sonra veri ihlaliyle ilgili KVKK’dan yapılan veri ihlali bildirimi ile haberimiz doğrulanmış oldu.

Türkiye’de yarım milyondan fazla kullanıcıyı etkileyen böyle bir siber olayın ilk duyuran medya organı olmak bizim için gurur verici olduğu kadar medya organlarının ülkemizdeki şeffaflık kültürüne yapacağı katkı açısından da örnek bir gelişme. Haberi hazırlama sürecinde ve yayınlandıktan sonra aldığımız tepkileri dikkate alarak siber krizlerin yönetişiminde kurumsal iletişim ile medya ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gördük.

HACKLENMEYLE YAŞAMAYI ÖĞRENMELİYİZ

Bugün siber güvenlik açısından küresel anlamda en sağlam kurumların dahi saldırılarda hedef alındığı ve sistemlerine sızıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Siber saldırılar artık maalesef ‘yeni normalin’ ayrılmaz bir parçası haline geldi. Sıklıkla tekrarlanan bir sözü burada alıntılamadan geçemeyeceğim: “İki tür şirket vardır: Hacklenenler ve hacklendiğinin henüz farkında olmayanlar.”

ABD’nin en etkili gizli servislerinden, İngiltere’de Brexit kampanyasını yöneten kurumlara, Alman meclisinden, Fransa başkanlık e-postalarına, Facebook’tan İran’ın nükleer tesislerine kadar kritik seviyede önemli olan yüzlerce sisteme sızıldı ve buralardan veriler çalındı. Bu veriler seçimleri etkilemekten uluslararası antlaşmalarda baskı unsuru olarak kullanılmasına kadar çeşitli amaçlarla araçsallaştırıldı.

Rahmetli Ahmet Mete Işıkara’nın Türkiye’ye ‘depremle yaşamayı’ öğretmeye çalıştığı gibi, şirketlerin ve bireylerin de artık hacklenme gerçeği ile yaşamaya alışmaları gerekiyor. Geldiğimiz noktada siber saldırıları önlemek kadar, siber saldırı sırasında ve sonrasındaki süreci yönetmenin de önemini kavradık. Bu yönetişim sürecinin kritik bölümlerinden birini de algı yönetimi oluşturuyor.

İNKAR TERS TEPER, ŞEFFAFLIK GÜVEN KAZANDIRIR

Türkiye’de yaşanan siber güvenlik sorunlarının ardından firmaların yaptığı açıklamalarda dikkat çeken iki özellik bulunuyor. Öncelikle siber saldırı inkar ediliyor. İnkar politikasının yöneticinin gözünde sorumluları kısa vadeli olarak rahatlatmaktan başka faydası olmadığı gibi orta vadede saldırganları ellerindeki verinin gerçek olduğunu ispatlamak için kışkırtmak gibi bir etkisi de oluyor. Sonuçta siber suçluların da kendi dünyalarında bir itibarı bulunuyor ve bunu korumak için ellerindeki veriyi biraz daha paylaşmaktan çekinmiyorlar.

Tabi öyle veri sızıntıları var ki, bunlar inkar edilemeyecek kadar büyük oluyor. Burada kurumun şeffaf bir şekilde başına gelen siber vakaya dair ilk açıklamayı yapması tüketici güvenine olumlu etkisi olacaktır. Geçtiğimiz aylarda 21 milyondan fazla kullanıcı verisinin sızdığı Yemeksepeti olayında, şirket lafı dolandırmadan sızıntıyı kabul etmişti.

Toplumu veri ihlali ile ilgili bilgilendirirken başvurulan bir başka yöntem de siber saldırıların yukarıda bahsettiğimiz gibi dünyanın birçok ülkesinde ve kurumunda yaşandığının hatırlatılması. Bu kötü bir yol kesinlikle değil. Fakat buna ek olarak şirketin müşteri güvenine verdiği önemin belirtilmesi ve ‘ilk bizden duyun istedik’ mesajının verilmesi de faydalı olabilir.

Örneğin 2020’nin sonuna doğru ortaya çıkan SolarWinds saldırısında ABD’deki kamu kurumları ve özel şirketler sistemlerinin hacklendiğini açıkça ortaya koydu. İlerleyen günlerde CISA (Cyber Security and Infrastructure Security) yürütülen soruşturmaların detaylarını açıkladı. Hangi alanlarda eksik kaldıklarını güvenliğin sağlanması için hangi noktada tıkandıklarını şeffaflıkla kamuoyu ile paylaştı.

İŞİ İLETİŞİMCİLERE BIRAKIN

Basın açıklaması kadar önemli bir başka konu da medya ile iletişim. Bir siber kriz anında açıklamanın iletişim profesyonelleri tarafından hazırlanması ve medya ile iletişimin bu kanal üzerinden yürümesi hem toplum hem şirket açısından daha sağlıklı. Toplum resmi kanal üzerinden doğru bilgilendirilirken, şirketin itibarını sarsacak açıklamaların da önüne geçilmiş olur. Aksi takdirde panik havası içerisinde atılan bireysel mesajların faydasından çok zararı olacaktır.

Hatta işin ‘hukuki yollara başvurmayla’ tehdit etmeye kadar getirilmesi spekülasyonu seven, mağdur edebiyatından beslenen art niyetli kişilerin ekmeğine yağ sürecektir. Özellikle yazılı iletişimin arttığı günümüzde gönderilen mesajların haber değeri taşıdığının medya ile teması olmayan çalışanların da bilmesi gereken bir husus olarak not edilmesi gerekiyor.

SULARI BULANDIRMAK NE KADAR YARARLI?

Algı yönetiminde sizi hedef alan aktörlerin güvenilirliğini sarsmak sık başvurulan bir yöntem olsa da, siber saldırılarda işlemeyebileceğini görüyoruz. Şirketiniz hakkında bir hacker forumunda çıkan ilana karşı ‘Zaten repütasyonu düşük biri yazmış’ diye karşı atağa geçebilirsiniz. Siber tehdit istihbaratı konusunda çalışan uzmanların  tekrar ettiği bir uyarı var. Bu insanlar yakalanmamak için sürekli iletişim bilgisi, profil bilgisi değiştirirler. Bir saldırganın birden çok hesabı vardır. Birkaç ay önce çökertilen ve üye bilgileri sızdırılan Rus hacker forumlarında çok hesaplı üyelerin ortaya çıkması kimseyi şaşırtmamıştı.

Algı savaşında elinizi güçlendirmek için sızdırılan verinin önemini küçümseyen bir yaklaşım benimsenmesi, ‘farklı bir yerden de elde edilmiş olabilir’ gibi alternatif açıklamalara başvurulması da muhtemeldir. Fakat günün sonunda ortaya çıkan gerçeklerin açıklamanızı yalanlaması güvenilirliğinize leke sürecektir. Bu yüzden inkara dayalı güvensizleştirme yapılacaksa bile sağlam temel dayanmasına dikkat edilmelidir, panik havası yansıtılmamalıdır.

BAŞARI HİKAYELERİ KIYIDA KÖŞEDE KALMASIN

Türkiye’de geçtiğimiz bir yıl içerisinde bilinen ya da henüz bilinmeyen oldukça ciddi siber saldırılar ve veri ihlalleri yaşandı. Hedef kurumlar olay ile ilgili açıklamalarını yaptıktan sonra sessizce köşelerine çekilip olayın unutulmasını beklediler. Benimsenen tutum şirketin kendi stratejisiyle uyumlu bir karar olabilir. Fakat farklı bir bakış açısıyla, saldırı sonrasında olayın üstesinden nasıl gelindiği açıklansa fena mı olur?

2014 yılında Suriye Elektronik Ordusu ABD’nin önemli komutanlıklarından olan CENTCOM’u hacklediğini iddia etmişti. CENTCOM ilk açıklamasında sistemlerine sızıldığını kabul edip, ne kadar bilginin saldırganların eline geçtiğine dair araştırmanın devam ettiğini açıklamakla yetinmişti. Bir sene sonra yayımlanan bir blog yazısında CENTCOM’un ve diğer komutanlıkların sistemlerinin ne kadar güvenli olduğu anlatılmış, sızan bilgilerin zaten kamuya açık veriler olduğu delillerle ortaya konulmuştu. Sıradan bir araştırmacı bugün ‘CENTCOM hack’ diye arattığında sadece saldırgan tarafın değil, savunma tarafının da argümanlarına erişebiliyor.

Algıyı bir havuza benzetmek gerekirse, birisi kirli su akıtıyorsa bu havuzun temizlenmesi için sizin daha fazla temiz su akıtmanız gerekir. Üstesinden gelinen büyük siber krizleri kamuoyu ile paylaşmak hem şirketin itibarını yükseltir hem de tecrübe paylaşımı açısından benzer durumları atlatmada büyük katkı sağlar. Nihayetinde ulusal güvenliğimizin bir parçası olan siber güvenliği güçlendirir.

 

5G, yeni ‘Soma felaketlerini’ engelleyebilecek mi? 

Teknoloji dünyası 5G olarak anılan 5. nesil internetin getireceği yeniliklere kilitlenmiş durumda. Sadece teknoloji sektörü değil ülkelerin düzenleyeceği 5G ihaleleri jeopolitik çekişmelerin yeni adresi haline geldi.

Öyle ki, 5G ihalesine hangi firmaların girip girmeyeceği Batı dünyası başta olmak üzere bir çok ülke tarafından küresel güvenlik meselesi olarak görülüyor. İdeolojiler üzerinden ayrışmanın yaşandığı Soğuk Savaş benzeri bir kutuplaşma, genelde dijital teknoloji üstünlüğü özelde ise 5G teknolojisinin merkezine alan başka bir küresel ayrışmaya neden oluyor. 

Siyaset ve güvenlik tartışmalarının gölgesinde kalması 5G teknolojilerinin ekonomiye ve yaşamımıza getireceği yeniliklerin yeterince tartışılmasının önüne geçiyor. Üstelik 5G’nin olanak sağlayacağı devrimsel yenilikler iş yapış biçimlerini büyük ölçüde değiştirecek. Yaklaşan fırtınaya karşı zihinsel, finansal ve yapısal hazırlıkların tamamlanması için konunun tüm boyutlarıyla gündeme getirilmesi gerekiyor. 

5G ile nelerin değişebileceği ile ilgili başarılı örneklerin bulunduğu ülkelerin başında şüphesiz Çin geliyor. Çin’de 5G teknolojilerinin kullanım alanları lojistikten sağlığa kadar farklılık gösteriyor.

5G SİHİRLİ DEĞNEK DEĞİL

Uzmanların önemle altını çizdiği bazı noktalar var. Bunların en başında 5G’ye bir sihirli değnek’ muamelesi yapılmaması gerektiği geliyor. 5G’den optimum seviyede yararlanılabilmesi için bu teknolojileri hayata geçirecek paydaşların oluşturduğu bir ekosistem gerekiyor. Bu açıdan 5G altyapısı bir otobana benzetiliyor. Altyapı sağlayıcı yolu açıp, asfaltı döşüyor. İşin geri kalanı operatörlerden, özel ağ sağlayıcı vendorlere ve 5G teknolojilerini geliştiren start-up’lara kalıyor.

YURDU FİBER AĞLARLA ÖRMEZSEK 5G’NİN BİR ANLAMI YOK

5G altyapısının önemli gerekliliklerinden bir tanesi fiber-optik hatlar. Türkiye her ne kadar 5G’ye geçeceğine dair iddialı açıklamalar yapsa da, ülkede döşenmiş fiber optik hatlarla ilgili bilgiler maalesef açıklamaları desteklemiyor. BTK’nın yayımladığı 2020’nin son çeyreğine dair pazar bilgilerini paylaştığı rapora göre, Türkiye’de toplam 424.915 km fiber hat döşenmiş durumda. 

Bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 9’luk bir artış olsa da, uzmanlar 5G’nin kullanıma açılabilmesi için en az 1 milyon km’lik fiber hattın döşenmesi gerektiğinin altını çiziyor. Üstelik bu rakamlar da tartışmaya açık. Döşenen kabloların ne kadarı ana omurga için ne kadarı dağıtım için harcandığı da 5G için önemli kriterlerden bir tanesi. Eğer stratejik olarak bir karar alınıp, ‘yurdu fiber ağlarla örmezsek’ 5G ancak popülist siyasi söylemin bir parçası olur iş dünyasında ve hayatımızda beklenen etkiyi göstermez. 

KABLO ÇEKMEKLE İŞ BİTMİYOR

5G’nin önceki nesil internet altyapılarından farkı internet hızı ve taşınabilecek veri kapasitesinin neredeyse 100 kata kadar artacak olması. Diğer bir deyişle gerçek zamanlı olarak yapılabilecek hizmetlerin sayısında muazzam bir artış bekleniyor. Bugün için sıklıkla rastlamadığımız robotik ve VR teknolojileri günlük hayatımızın birer parçası haline gelecek. 

Tabi bunların hepsi 5G teknolojisini hayata geçirebilecek vizyona ve yatırıma sahip sektörlerde olacak. 

Çok paydaşlı bir ekosistem üzerine kurulacak 5G teknolojileri doğası gereği sadece bir paydaşın işini iyi yapmasının başarılı sonuçları garanti etmeyeceği bir dünya. Altyapı sağlayıcı çok iyi çalışabilir, devlet ve özel sektör fiber optikleri çekebilir ama iş burada bitmiyor. 

5G’yi bir dönüşüm fırsatı olarak değerlendirecek vizyona sahip şirketler ya kendi bünyelerinde gerçekleştirecekleri inovasyonla ya da bu konuda çalışan start-up’larla kurulacak ciddi işbirlikleri ile (sadece sırt sıvazlama ile değil) 5G fırsatlarını değerlendirebilecekler. 

SAĞLIKTAN MADENCİLİĞE HER SEKTÖR DÖNÜŞEBİLİR 

Daha önce güvenlik riski nedeniyle uzaktan yapılamayan işler veri taşıma kapasitesinin artmasıyla uzaktan yapılabilir hale gelecek. Çin’de yaygınlaşan 5G teknolojisi ile doktorların uzaktan ameliyatlara katılmaları gündemde. Hatta hayvanların denek olarak kullanıldığı uzaktan ameliyatlara başlandı. 5G teknolojileri ile iş güvenliği riski azalacak verimlilik artacak. 

5G teknolojilerinin kullanım alanlarından bir tanesi de madenler olacak. Çin’de bazı madenlerin 5G teknolojisi ile dijitalleşmesi gerçekleştirilmiş durumda. Madene özel olarak kurulan veri ağ ile otomasyon ve uzaktan çalışma kapasitesi artırılmış. Böylece madendeki insan hayatını tehlikeye atabilecek riskler büyük ölçüde azalmış oluyor. 

5G teknolojisinin hayata geçtiği madendeki görüntüleri izleyince aklıma Soma’da yaşanan maden faciası geldi. 2014’te meydana gelen kazada tam 301 maden emekçisi hayatını kaybetmişti. 

Modern bir şekilde ağ yapısının geliştirildiği birçok tehlikeli işin otomasyon ve robotlarla çözüldüğü, işçilerin ekran başında ferah ortamlarda çalıştığını görünce insan sormadan edemiyor. 5G gelecekte yaşanması muhtemel yeni maden facialarını engelleyebilir mi?

 

 

Siber alan diplomasinin merkezine doğru hızlı yürüyüşüne devam ediyor

Cemal Kaşıkçı

Geçtiğimiz hafta istihbarat çalışmaları üzerine yoğunlaşanlar ya da meraklı olmanın ötesine geçenler için yoğun bir dönemdi. Sadece Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın ayrıntıları merakla beklenen ‘kayboluşunun’ perde arkası ya da Pastör Brunson olayı bile bir hafta için fazlasıyla okuma/düşünme malzemesini önümüze yığmışken, kafamızı biraz olsun coğrafyamızdan kaldırıp küresel arenadaki hamlelere baktığımızda karşımıza binlerce parçalık bir muamma buluyoruz.

Sadece geçen hafta yaşananlara kısa bir bakış atalım.

Dünyanın en büyük istihbarat paylaşım ittifakı olan, ‘Beş Göz’ün (ABD, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada) Çin’in etki operasyonlarına ve teknoloji yatırımlarına karşı daha güçlü bir cephe oluşturmak için Almanya ve Japonya gibi ülkelerle işbirliğini pekiştirme kararı aldığı ortaya çıktı.

Reuters haberine göre, beşli ittifakın elinde bulunan Çin ile ilgili gizli bilgiler bu ülkelerle de paylaşılması Beş Göz’ün gayri resmi olarak genişlemesi anlamına geliyor. Japonya ve Almanya dışında Fransa’nın da daha az kapsamlı şekilde ittifak ile ortak çalışma yürütüldüğü de ifade edildi.

Haberin sızdırılmasının zamanlaması da dikkat çekici.

Özellikle ABD ve Avustralya’da stratejik sektörlere yönelik yabancı yatırımlarının kısıtlanmasına yönelik yasal düzenlemelerin yapıldığı bir dönemde böyle bir kararın açıklanması Çin’in yabancı teknoloji şirketlerine yönelik politikalarını yeniden düşünmesine yol açar mı bilinmez. Fakat dış borcumuzu kapatmak için sıcak para arayışımızda uğrayacağımız duraklardan birinin de Çin olması Türkiye’deki teknoloji sektörü için ilginç günleri yaşayacağımızın işareti olabilir.

İngiltere ve Hollanda’nın başını çektiği Avrupa ülkeleri de siber saldırı düzenleyen yabancı kuvvetlere karşı yaptırım prosedürlerinin daha sertleşmesi konusunda çalışmalarına hız verdi. Avrupa Birliği’nin halihazırda nükleer ve kimyasal silah antlaşmalarına uymayan ve terörizmi destekleyen ülkeler ile kişileri cezalandırmak için uyguladığı prosedürlerin benzerini, siber saldırı düzenleyenleri de kapsayacak şekilde genişletmesi talep ediliyor.

Hollanda ve İngiltere’nin yanı sıra Estonya, Finlandiya, Letonya ve Romanya’nın diğer AB ülke temsilcilerine ilettiği ve Bloomberg tarafından haberleştirilen metinde ‘Benzer bir (yaptırım) rejiminin kötücül siber aktivitelere karşı da uygulanması acil olarak gereklidir.’ ifadesi yer aldı.

Ekim ayının başında, ABD, İngiltere ve Hollanda makamları Rusya’nın askeri istihbarat birimi GRU’nun, Moskova’nın usulsüz işlere giriştiğini tespit eden kimyasal silahların kullanımını düzenleyen BM birimi ve Rus sporcuların doping yaptığını belirleyen çeşitli anti-doping kurumlarının ağlarına girmeye çalışmakla suçlamıştı.

Rusya’nın siber casusluk dosyasının giderek daha da kabarması 2015 yılından bu yana siber saldırıların da yaptırım kapsamına alınmasını isteyen ülkelerin elini güçlendirmiş durumda. Kim bilir belki benzer bir yaptırım rejimine Türkiye de dahil olmak ister?

Beş Göz cephesinde ‘safları genişletme’ kararına ve Avrupa Birliği’nde Rusya’ya karşı ‘siber yaptırım’ regülasyon talebine göre daha somut ve ofansif bir adım İngiltere’den geldi.

İngiliz savunma bürokratlarına dayandırılan haberde, İngiliz ordusunun savaş oyunu sırasında Moskova’da siber yollarla elektrikleri kesecek bir simülasyon gerçekleştirdiği açıklandı. Eski bir Rus ajanının İngiltere’de zehirlenmesinin arkasında Rus istihbaratının çıkmasının ardından İngiltere, Rusya’ya karşı sert bir politika uygulamaktan çekinmiyor. Kendi toprakları içerisinde çekilen bu operasyonu egemenliğine bir saldırı olarak niteleyen Londra yönetiminin ilk başvurduğu politika setinin içerisinde siber yollardan Moskova’nın elektriklerini kesmek gibi kulağa marjinal gelen yöntemlere başvurmasına sanırım kısa sürede alışacağız çünkü haberden anlaşıldığı üzere, İngiliz ordusu Rusya’ya karşı oluşturulan stratejide siber yollardan kritik altyapılara verilecek zararları da ciddi şekilde hesaba katmış durumda.

‘Siber güvenlik ulusal güvenliğin bir parçası haline gelmiştir,’ atasözümüzü etkinlik mevsimine girdiğimiz şu günlerde çok duyacaksınız. ‘Siber alan diplomasinin merkezine doğru hızlı yürüyüşüne devam ediyor,’ sözünü ise muhtemelen ilk kez duydunuz.

Schneier usta ‘yerli-milli yazılım’ hakkında ne düşünüyor?

Türkiye’de birkaç senede bir gündeme gelen ‘yerli milli yazılım’ konusu sadece ülkemizde tartışılmıyor. Özellikle Çin nüfusuna dayalı büyük pazar olma özelliğiyle bir yandan teknoloji şirketlerinin ağzını sulandırırken, diğer taraftan da kabul edilmesi zor şartları şirketlerin önüne koyuyor. Serbest piyasa ekonomisinin hayat bulduğu ABD’de dahi yabancı yazılımlar yasaklanarak yerlerini ABD menşeli güvenlik ürünlerine bırakması isteniyor. Peki güvenlikçiler bu konuda ne düşünüyor?

Estonya’nın başkenti Tallinn’de onuncusu düzenlenen stratejik siber güvenlik konferansı CyCon’a keynote konuşmacısı olarak katılan Bruce Schneier ilham verici ve çok iyi yapılandırdığı konuşmasında Türkiye’de de sıklıkla gündeme gelen ‘yerli-milli’ teknoloji konusu hakkında fikirlerini paylaştı.

Dünyaca ünlü güvenlik uzmanı Schneier, teknolojinin gelişimi ile ilgili olumsuz fikirleri ile biliniyor. Son zamanlarda yaptığı ‘IoT’nin gelişmesi durdurulmalı’ uyarısı bunun en iyi göstergelerinden birini oluşturuyor. Yerli-milli teknoloji ile ilgili görüşlerinden önce Schneier’in ufuk açısı konuşmasından bazı notları sizler için derledik:

Tüm dijital aygıtlar birer bilgisayar halini aldı. Örneğin cebinizdeki telefon değil, sizin başkalarını aramanızı sağlayan bir bilgisayar, arabalar artık dört tekerleği ve motoru olan bilgisayarlar, ATM’ler içinde para olan bilgisayarlar… Dolayısıyla geleneksel olarak İnternet Güvenliği olarak bilinen kavram artık ‘Her Şeyin Güvenliği’ olarak değişti ve bu alanda kazanılan tecrübe daha geniş bir uygulama alanı buldu.

“İnternet güvenliği ‘Her Şeyin Güvenliği’ne dönüşürken aşağıdaki derslerden faydalanılması gerekir,” diyen Schneier usta bugünkü dijital dünyamızın güvenliği hakkında 6 hakikati sıralıyor:

  1. Geliştirilen yazılımların büyük bir çoğunluğu güvenli değil

Yazılımların büyük çoğunluğu güvenli yazılmıyor. Piyasa güvenli yazılım için para ödemek istemiyor. İçerisinde hata olmayan yazılımın nasıl geliştireceğimizi bilmiyoruz. Geliştirilen yazılımların büyük çoğunluğunda güvenlik açığı olduğunu her ay bilgisayarımıza gelen güncellemelerden anlayabiliyoruz.

  1. İnternet güvenlik endişesi olmadan tasarlandı

İnternet tasarlanırken hiçbir zaman güvenli olsun diye bir kaygı taşınmadı. Bunu 2018’de söylemek biraz garip ama 70,80 ve 90’larda güvenlik ile ilgili bu düşünce kabul gören genel bir önermeydi. Bunun temel olarak iki sebebi var:

  • İnternet ilk ortaya çıktığında önemli şeyler için kullanılmıyordu.
  • Dünyanın büyük bir çoğunluğunun internete erişimi yoktu ve yakın zamanda erişimin önündeki bu engellerin aşılacağı öngörülmemişti.
  1. Genişletilebilirlik (Extensibility)

Dünyada bugün evrensel programlama diye bir kavramdan söz edebiliriz. Buna göre bilgisayarların işlevselliği sınırlanamaz. Bilgisayarlar ve dünyanın geri kalanı arasındaki fark budur. Ben büyürken evimizde bulunan kablolu telefonu ne kadar uğraşsam da bir telefondan fazlasını yapamazdı. Ama programlama ile bilgisayarlardaki işlevsellik sınırlanamayacak bir noktaya erişti.

Bu durumun en önemli etkilerinden bir tanesi sistemlerin sürekli olarak evrilmesi sonucu güvenliksizliğin oluşması. Çünkü cihazları programlayanlar gelecekte kullanıcıların cihazlarla yapabilecekleri sınırsız şeylerin hepsini öngöremezler.

Böyle bir açıdan baktığınızda ‘malware’ de aslında bir işlevsel geliştirmedir (functional upgrade). İhtiyacımız olmadığı halde, istemediğimiz halde dijital cihazlarımıza yüklenir.

  1. Karmaşıklık (Complexity)               

İnternet insanoğlunun bu zamana kadar geliştirdiği en karmaşık makine. Bir sistem ne kadar karmaşık ise o kadar saldırı noktasına sahip oluyor. İnsanoğlu bugün güvenlikli sistem geliştirebilmesine oranla daha hızlı şekilde ve daha karmaşık sistemler geliştiriyor. Yani güvenlik alanında önemli olumlu adımların atılması yadsınamaz ama diğer taraftan daha hızlı şekilde karmaşık sistemler kurmaya devam ediyoruz. Hatta kurduğumuz sistemler de daha karmaşık hale geliyor. Güvenlik testi çok daha zor hale gelirken, saldırganın savunma üzerindeki üstünlüğü perçinleniyor.

  1. Karşılıklı Bağlılıktan Gelen Güvenlik Zafiyeti (Vulnerability in Interconnectedness)

Herşeyin birbirine bağlı olduğu dünyada, bağlı olan taraflardan birindeki bir güvenlik zafiyeti, diğer tarafı da olumsuz etkiliyor. Mirai Botneti’nin tüm dünyayı kasıp kavuran DDoS saldırısı CCTV kameralarındaki bir açıklıktan meydana geldi. Aynı şekilde geçen sene Las Vegas’daki bir kumarhaneye siber saldırganlar internete bağlı akvaryum üzerinden sızmayı başardılar. Güvenli nesneler arasındaki güvenliksiz bağlantı da günün sonunda güvenliksiz bir dünyaya kapı açıyor.

  1. Saldırılar sürekli güçleniyor

Saldırılar her geçen gün daha hızlı, kolay ve güçlü hale geliyor. Bunun önemli nedenlerinden bir tanesi bilgisayarların daha güçlü hale gelmesi. Saldırganlar yeni teknikleri öğreniyorlar ve saldırılarını gerçekleştirmek için daha zekice yollar buluyorlar. Eğer kasırgaya karşı bir şey inşa ediyorsanız, kasırganın ya da diğer doğal afetlerin daha zeki hale gelmesini ya da yeni şartlara uyum sağlamasını beklemezsiniz.

Schneier, internet dünyasını güvenlik açısından resmeden 6 maddesini sıraladıktan sonra, kararların böyle bir ortamda verilmesi gerektiğinin altını çiziyor. İlk cep telefonu kuleleri yapıldığında kimsenin aklına, gerçek olmayan (fake) telefon kulesi gibi algılanabilecek cihazların yapılabileceği gelmiyordu. Fakat bugün telefonlardan bilgi almak için güvenliymiş gibi cep telefonlarıyla iletişim kuran cihazlar satılabiliyor. Saldırganlar duruma adapte olup yeni yollar bulurken, savunma tarafının adaptasyonu oldukça maliyetli.

Schneier’in dikkat çektiği maliyetleri açıklamak için cep telefonlarıyla yapılan iletişimin kriptolu hale gelmesi örneğini veriyor. Cep telefonları ile ilk baz istasyonu arasındaki iletişim zayıf şekilde kriptolanmış durumda. Çünkü cep telefonu altyapısı ilk kurgulandığı vakit güçlü bir kripto için daha fazla CPU gücü gerekiyordu ve bu gereksiz maliyet olarak görüldü.

Confidentiality (gizlilik) abartılıyor asıl tehlike integrity (bütünlük)

Medyaya yansıyan büyük hacklerin hepsinin CIA (Confidentiality, Integrity ve Availability – Gizlilik, Bütünlük ve Erişilebilirlik) üçlüsünden gizlilik ile ilgili olduğunun altını çizen uzman, bütünlük ve erişilebilirlik özelliklerinin fiziksel hayata etkilerinin daha büyük olduğunu belirtti.

Bir hastanedeki kişisel verilerin çalınması bilgi güvenliği açısından önemli bir olay. Ama daha tehlikeli olan hastanenin kayıtlarındaki hastaların kan gruplarının değiştirilmesi. Fiziksel dünyada etkileri açısından bütünlük ve erişilebilirlik açıklıklarının daha olumsuz sonuçlara neden olabileceği konusunda uyarıda bulundu.

El Kaide’nin yerli-milli kriptoloji teknolojisi: Mücahidin Sırları

Bruce Schneier konuşmasında ABD hükümetinin Kaspersky’e ve ZTE’ye karşı uyguladığı ‘yasaklama’ politikasına da değindi. Rus ve Çin’de yapılan telefonların, bilgisayarların ve de yazılımların güvensiz bulunmasının, yasağın arkasındaki temel neden olduğunu belirten uzman, böyle bir politikayı arz zincir konusu olarak tanımladı.

Bahsedilen ülkelerde üretilen teknolojilerin içine kullanıcılar üzerinden casusluk yapmak amacıyla kötücül yazılım konulduğuna dair bir ‘inanç’ olduğunu söyleyen Schneier, 2014 yılında Symantec ve Kaspersky’nin Çin’de yasaklandığını hatırlattı.

1997’de İsrail menşeli Check Point firmasının ürünlerinde İsrail hükümetinin erişimine açık bir arka kapı bırakıldığı haberlerinin olduğunu söyleyen Schneier, bir örnek de terör örgütü El Kaide’den verdi: Batılı şirketlerin ürettiği kriptolama teknolojilerinin güvenilmez olduğu kararını veren örgüt takipçilerine Mücahidin Sırları adlı bir kriptolama uygulaması kullanmasını tavsiye etmiş.

“Ürünü geliştiren firmanın hangi ülkede bulunduğu bir problem olarak karşımıza çıkıyor. (Elindeki iPhone’u göstererek) bu telefon bir ABD’li şirket tarafından üretilse bile Amerika’da üretilmedi. Bunun içerisindeki çiplerin, diğer cihazların üretildiği yerlere, yazılımının geliştirildiği yere, yazılım sürecine dahil olan programcıların mensubu olduğu ülkelere de güvenmemiz gerekiyor.”

Bunların dışından dağıtım mekanizmasına da güvenilmesi gerekiyor. Snowden belgelerinden öğrendiğimiz kadarıyla NSA, Cisco routerların içerisine kullanıcıları takip için bir arka kapı açıklığı yüklemiş. Yani üreticiler temiz olsa bile hangi ellerden geçip dijital cihazınızın size ulaştığı da güvenlik açısından önemli.

Schneier son olarak cep telefonu ekranlarında telefona kötücül yazılım bulaşabildiği bir örneği de verip konu hakkındaki düşüncesini ortaya koyuyor: “Ya kimseye güvenmeyeceğiz ya da herkese güvenmekten başka bir seçeneğimiz bulunmuyor.”

Teknoloji endüstrisinin birbirine çok bağımlı ve küresel bir karaktere sahip olduğunu bir kez daha söyleyen Bruce Schneier, “Apple’a telefonunda sadece Amerika’da üretilen parçaları kullan ve sadece Amerikalıların yazdığı kodu telefonun programına yerleştir diyemezsiniz,” dedi.

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için formu doldurunuz

Türkiye’de seçimler hacklenir mi?

Türkiye’de gelecek sene yapılması planlanan seçimler 24 Haziran’a alınmadan önce bir grup siber güvenlik meraklısı ile oturup acaba Türkiye’de ABD’de olduğu gibi bir seçim hacklenmesi söz konusu olur mu diye konuyu enine boyuna tartışmıştık. Herkes gibi biz de erken seçim kararı ile ters köşe olsak da seçim hacklenmesi konusu Türkiye’de demokratik seçimler yapıldığı sürece dikkat edilmesi, önlem alınması gereken bir mesele olarak kalacak.
Aslında 2008’de ‘Ben geliyorum’ diyen, 2014’de Ukrayna’da ‘buradayım’ diye bağıran ve sonunda ABD seçimlerinde inkar edilmesi imkansız hale gelen bir olgu seçim hacklenmesi. Sadece ABD’nin değil, AB’den ayrılma kararı veren İngiltere’nin yaptığı Brexit referandumundan, aşırı sağcıların yükselişe geçtiği Fransa ve Almanya’ya kadar batılı demokrasilerin başının belası haline gelmiş durumda. Üstelik sadece gelişmiş ülkelerin değil, Karadağ gibi sadece uluslararası ilişkiler meraklılarının takip ettiği ülkelerde bile seçim hacklenmesine rastlamak mümkün.
Gelin isterseniz birkaç soruyla Türkiye ve seçim hacklenmesini masaya yatıralım:
1. Önce temel bir soru: Seçim hacklenmesi nedir? 
Seçim hacklenmesini üç farklı ya da birbirine geçmiş durumda incelemek mümkün:
– Seçim sonuçlarının elektronik ortamda değiştirilmesi:
ABD’de oy kullanma makinalarının veya Türkiye’de YSK’nın sistemlerinin hacklenerek oy sayılarıyla oynanması olarak tanımlayabiliriz. Burada hedef alınan seçmenler değil oy sayıları. Dolayısıyla seçmen davranışını etkilemekten ziyade direkt sonuçlarda değişikliği amaçlayan bir saldırı. ABD’de beyaz şapkalı hackerların bu makinaların güvenli olmadığına dair dillerinde tüy bitti ama hala bir önlem alınmadı. Türkiye’de de YSK sistemine yoğun bir şekilde DDoS yapıldığı çeşitli zamanlarda medyada haber olmuştu. Zaten iki sene önce milyonlarca seçmenin kişisel verisinin ortaya saçılması sonrasında takınılan tavır bu konudaki ciddiyeti göstermişti.
– Sosyal medya ve yalan haber aracılığıyla seçmen davranışlarının manipüle edilmesi:
İnternet ile demokrasinin dünyada güçleneceğine inananların yaşadığı en büyük hayal kırıklığı sosyal medya yoluyla demokratik kurumlara olan güvenin sarsılması olsa gerek. Farklı fikirlerin gündeme getirildiği, hükümetlerin değil halklarının sesinin duyulduğu bir mecra olacağı düşlenen sosyal medya baskıcı rejimlerde yaşayan insanların tek nefes alacağı yer olmuştu. 2009’daki İran seçimleri sonrasında muhalif göstericilerin organize olmalarında oynadığı rol ile ‘aktif siyasete giren’ internet, Arap Baharı’na gelindiğinde siyasi rejimleri dönüştürücü bir güce ulaşmıştı. Tabii bu gücün farkına sadece özgürlük isteyen halklar değil aynı zamanda rejimlerini koruma gayesindeki anti-demokratik yönetimler de varmıştı. Kendileri için tehdit olarak gördükleri ‘bilgiyi’ manipüle ederek karşı tarafa yönlendirmenin peşindeydiler.
Her şey zamanla gelişti. Batılı demokratik dünya yıllar sonra bugünlere bakıp yavaş yavaş ve herkesin gözü önünde sosyal medyanın demokrasiye karşı bir silah olarak kullanılmasını okuduğunda Hitler’in yükselmesine verdikleri tepki gibi ‘nasıl da görememişiz?’ diyecekler. Abarttığımı düşünenler olabilir. Ama kimsenin sosyal medyanın demokrasiyi tehdit eden bir hal almasını kritik bir tehlike olarak görmemesi tehlikenin boyutunu bir kat daha artırıyor.
St Petersburg’da, Kremlin desteğiyle kurulan Internet Research Agency (IRA) Rusya’nın troll fabrikası. Troll deyip geçmeyin. Bazı kaynaklara göre, 12 saatlik vardiya usulüyle çalışan ve 20’lerinde olan bu gençlerin haftalık kazançları 1400 dolar. Her ne kadar sosyal medyada kendileriyle alaycı bir ifadeyle dalga geçilse bile, sanıldığı kadar ‘boş’ insanlar değiller.
Özellikle ABD seçimlerine yönelik çalışma yapanların İngilizce ve genel kültür bilgilerinin yüksek olması bekleniyor. IRA bu gençlerin hedefe yönelik daha iyi çalışabilmesi için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyor. ABD basınına göre, seçimler öncesinde Demokrat ve Cumhuriyetçi adaylar arasında  karar veremeyen eyaletlerdeki (swing states) seçmenleri daha yakından tanımak için IRA’da çalışan 2 Rus genç 3 haftalığına araştırma yapmak için bu eyaletlere gönderilmiş.
Tekrar ediyorum troll deyip hafife almamak lazım. IRA’daki Rus gençler bir yandan sosyal medya üzerinden, azınlık hakları, kürtaj, göçmenler ve İslam ile ilgili toplumdaki ayrışmayı derinleştirecek paylaşımlar yaparken, diğer taraftan etkileri fiziksel dünyayı da kapsayacak siber operasyon çekme peşine düşmüşlerdi. 2015 yılında New York’ta ‘Bedava Hotdog’ etkinliği için Facebook’dan bir sayfa açan troller belirledikleri gün ve zaman içerisinde Times meydanında yüzlerce kişinin toplandığını görünce hem Amerikan toplumunun saflığına şaşırmış hem de St Petersburg’daki masalarından dünyanın en güçlü ülkesinde nasıl bir etkiye sahip olduklarını görüp gurur duymuş olmalılar.
Son seçimde, ABD’deki 200 milyon seçmenin yaklaşık 140 milyonu sandığa gitti. Facebook’a verilen reklamlar sayesinde trollerin hayal gücüne dayalı sosyal medya postları ve yalan haberler 128 milyon ABD’li Facebook kullanıcısına ulaştı. Twitter’da ise 288 milyon görüntülenme aldı.
– Gizli yazışmaların ve diğer bilgilerin sızdırılmasıyla kampanya sürecine zarar verilmesi: 
Türkiye’nin 2014 yerel seçimleri öncesinde internette yayınlanan ses kayıtları ile tecrübe ettiği bir durum. ABD’de ise Demokrat Parti’nin kampanya yöneticisinin sürecin ortasında istifa etmek zorunda kaldığı sızdırma operasyonu. Her şey Bill Clinton’un özel kalem müdürlüğünü yapmış, Hillary Clinton’un ise kampanya yöneticiliğini sürdüren John Podesta’nın mailleri Rus ajanların eline geçmesiyle başlıyor. Arkasındaki hikaye ise oldukça ibretlik. Podesta’nın kişisel mail adresini yöneten asistanları sosyal mühendislik teşebbüsü olarak gördükleri bir maili Demokrat Parti’nin bilgi güvenliği uzmanlarından birine gönderiyor. Uzman ‘This email is legitimate’ cevabını veriyor. Aslında ‘illegitimate’ yazmak istemiş ama bir yazım hatası kurbanı olmuş. Sonunda Rus hackerlar Demokrat cephenin ağır toplarından birinin tam 10 yıllık mail geçmişini ele geçirmiş oluyor ve Podesta istifa ediyor.
Sadece Podeasta’nın mailleri ile sınırlı kalmıyor Rusların sızdırma operasyonu. Ukrayna krizi sırasında ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland ile dönemin Kiev Büyükelçisi arasında yapılan bir telefon görüşmesi de Youtube’a sızdırılıyor. Konuşmada Nuland, AB’nin Rusların Kırım’ı işgaline sessiz kalmasını eleştirerek ‘Fuck European Union’ ifadesini kullanıyor. Amerikan büyükelçisi de kendisine destek veriyor. Görüşmenin sıradan iki diplomat arasında geçmediğine dikkatinizi çekmek isterim. Görüşmede hangi telefonun kullanıldığına dair bir ayrıntı bulamadım. Ama Nuland gibi Rus karşıtı hatta Putin düşmanı bir diplomatın konuşmalarında daha dikkatli olması beklenir. Nuland sızdırma olayı sonrasında AB ile ABD arasında ilişkilerin yeniden rayına oturması için çabalasa da, yaptığı hata kariyerine mal oldu. Böylece Ruslar hem ABD yönetimini AB ve dünyanın gözü önünde küçük düşürmüş hem de kendilerinden haz etmeyen parlak bir diplomatı saf dışı bırakmış oldu.
2. Türkiye’de seçim hacklenmesi neyi etkiler?  
Aylar öncesinde EDAM’ın bir yuvarlak masa toplantısında Akın Ünver hocaya aynı soruyu sormuştum. ‘Zaten kutuplaşmış bir toplumuz. Kimin hangi partiye vereceği belli. Neden böyle bir toplumda siber gereçler kullanılarak manipülasyon yapılmak istensin?’ Akın Hoca cevaben sosyal meseleler etrafında kutuplaşmış toplumların seçim hacklenmesine daha kolay hedef olacağını belirtip, asıl Türkiye gibi toplumların dikkat etmesi gerektiğini söylemişti.
Evet, manipülasyon kutuplaşmış bir toplumda seçimleri etkileyen bir psikolojik harp aracı olarak kullanılabilir. Fakat, eğer direkt seçim sonuçlarını değiştirebilecek bir operasyondan bahsediyorsanız sosyal medya pek bir işe yaramaz. Yani CHP’li olan birini AK Partili hale getirmeyeceği gibi tersini de başaramaz. İnsanların zaten oy vermeyi planladığı partiye/adaya ilişkin güvenini ve inancını perçinler; diğer taraftan da rakibinden olabildiğince nefret etmesini sağlar. Sonuç kaçınılmaz bir kutuplaşma olarak karşımıza çıkar. Facebook algoritmaları, kullanıcının bir post’u beğendiğinde, aynı düşünce atmosferine sahip daha fazla post’u görmesini sağlıyor. Bu da insanların sosyal medyada ‘siyasi mahallelerinden’ (Rahmetli Şerif Mardin’in kazandırdığı bir terim) çıkamamasını sağlıyor. İsterseniz siyasi görüşünüzün tersi postları beğendiğiniz bir Facebook hesabı açın çok farklı bir tecrübe yaşayacağınıza eminim 🙂
Oy sayısını değiştirme odaklı baktığımızda bir işe yaramayan sosyal medya operasyonları seçime katılım ve seçimde görev alma gibi yan faktörler konusunda oldukça etkili olabiliyor. Bir arkadaşınızın Facebook’da seçim günü gönüllü olduğunu gördüğünüzde veya bir başkasının mitingde çekilmiş fotoğrafı denk geldiğinde sizin de kampanya süreçlerine olan katılımınızın artması bekleniyor. Ya da tam tersi oluyor: O arkadaşı listenizden siliyorsunuz.
Seçime katılım özellikle merkezden uzak bölgelerde milletvekili sayısını ciddi şekilde etkileyen bir faktör. Seçim sisteminin ittifakların önünü açmasıyla daha da önemli hale geldi.  Sosyal medyanın, seçmenlerin savunduğu siyasi kutup ile ilişkilerini perçinlemede bir etmen olduğunu kabul edersek ‘Nasıl olsa benim adayım kazanmayacak’ ya da ‘oyum boşa gidecek’ gibi düşüncelerle sandığa gitmeyecek insanları Facebook postları sandığa götürebilir. Ama yine de sosyal medya manipülasyonunun Türkiye’de seçim sonuçlarında kazananı belirlemede  etkili olması beklenemez. Bunun en önemli nedeni seçimin galibi ile ikincisi arasında bu kadar oy farkının olmasıdır.
Türkiye’de ‘kemik seçmen’e dahil olmayan, kimi araştırma şirketine göre yüzde 2, kimine göre yüzde 8-9’luk bir kitle var. Bu kişilerin seçmen davranışlarının ‘hackleme’ neticesinde manipüle edildiğini varsaysak bile Türkiye’deki başkanlık seçimlerinde kazananı değiştirecek boyuta ulaşması söz konusu olamaz. Oysa ABD’de 2016 seçim sonuçları tam anlamıyla kıl payı şekilde sonuçlanmıştı.
Sosyal medya manipülasyonu sadece seçimde mi işe yarar? 

Putin’in 2014 yılında Ukrayna’da fark ederek siber operasyonlarla istismar ettiği olgu sosyal ayrışmalardı.  Ülkenin Rusça konuşan tarafı ile geri kalan bölümleri arasındaki derin ayrılıklar, Kremlin’e kurumlara olan güveni sarsma, seçim sonuçlarından mahkeme kararlarına kadar her şeye şüpheyle yaklaşmaya neden olan bir psikolojik atmosfer oluşturma imkanı sunmuştu. Benzer ve daha kapsamlı bir süreç bugün ABD’de işliyor. Başta demokrasi olmak üzere kurumsallaşmış yapılar güvensizlik sendromuyla boğuşuyor.

Sonuç olarak her ne kadar seçim sonuçlarında kazananı belirleyebilecek faktörler arasına girmese de sosyal ayrışmanın her geçen gün daha da derinleştiği ülkemizde azınlık hakları, dini inanç, Atatürk ve hatta futbol takımları ekseninde yalan haber üzerinden ayrışma noktaları kaşınabilir.
Dikkatli olup Taksim Meydanı’nda ‘Bedava Döner’ kampanyasına atlamamak lazım.

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için formu doldurunuz