Etiket arşivi: uğur ermiş

Siber tehdit algısı köpürtülüyor mu?

CSI

Hiç şüphesiz son yılların en popüler konularından biri de siber uzay ve buna bağlı ortaya çıkan yeni olasılıklardır. Bu popülerlik bir yandan siber uzayla ilgili bireylerde yüzeysel bir bilinç oluştururken öte yandan yüzeysel bilincin getirdiği yarı-cahillik kendi içerisinde tehlikeleri de barındırmaktadır.  ABD’nin oldukça popüler TV dizilerinden Naval Crime Investigation Service: LA’in (NCIS: LA) yayınlanan son iki sezonunda giderek artan siber savaş ve siber tehlike vurgusu ya da ABD’de oldukça popüler TV serilerinden bir diğeri olan Crime Investigation Service (CSI)’in yapımcılarının 2015 yılında alt seri olarak CSI: Cyber’ı yayınlayacaklarını duyurmaları bu duruma örnek olarak verilebilir. Popülerliği kullanılan bu alanda bireylere yansıtılan tehdidin ise gerçek olup olmadığı oldukça tartışmaya açıktır.

Siber uzayın kullanımında son 20 senede gerçekleşen artışla beraber, bir aktör olarak birey her geçen gün önem kazanmıştır. Bunun en önemli sebeplerinden biri ise siber uzayın doğasının bu alanda devletin tahakkümünü ve klasik egemenlik yaklaşımlarını büyük ölçüde uygulanamaz hale getirmesidir. Geçen bu süreçte bireyler ulus-devlet aidiyetinden farklı örgütlenmelere giderek sanal cemaatler gibi yeni yapılar ortaya çıkarmışlardır. Ulus-devletler ise siber uzayın doğurduğu imkanları ve olası zararlarını bireylerin bir aktör olarak kendilerini kanıtlamalarından sonra fark ederek bu alanda varlık göstermeye başlamışlardır. Bu bağlamda siber uzay devletler tarafından güvenlikleştirilmeye çalışılmaktadır. Güvenlikleştirmedeki oldukça önemli süreçlerden biri olan liderlerin (karar alıcıların) toplumu ikna etmek için kullandıkları söylemlerle yukarıda bahsettiğimiz TV dizileri aynı bakış açısına sahiptir.

Güvenlikleştirmede söylemin başarılı olması durumunda ise ikinci aşama olarak güvenliği sağlama gerekçesiyle güvenlikleştirilen alanda devlet kontrolünü arttırıcı önlemler alınacaktır. Bu önlemler web sayfalarının yasaklanmasından, kişinin siber uzayda geçirdiği her anın kayıt altına alınmasına kadar farklı düzeylerde olabilir. Bahsedilen bu eylemler son 5 senede farklı devletler tarafından uygulanmaya konulmuş ve günümüzde uygulanmaya çalışılmaktadır. Bu noktada bireye karşı söylemlerde oldukça fazla yer bulan tehlikenin gerçekliği sorgulanmalıdır. Siber güvenliğin ön plana çıkmasına neden olan olaylara tarihsel düzlemde bakıldığında 2007 Estonya Saldırı, 2008 Gürcistan Saldırı ve 2010’da varlığı ortaya çıkarılan STUXNET saldırısı kırılma noktalarını oluşturmaktadır. Bu saldırılar ayrıntılı olarak incelediğinde ise bu saldırılardan ilk ikisinin arkasında Rusya Federasyonu’nun, STUXNET’in arkasında ise ABD ile İsrail’in olduğu iddiaları oldukça gerçekçi hale gelmektedir. Özellikle ilk defa fiziki zarar vermesi açısından STUXNET devletler açısından oldukça önemli bir risk olarak ortaya çıkmaktayken New York Times yazarı David Sanger’in STUXNET hakkında ortaya çıkardığı gerçekler bu tür yazılımları üretmenin maliyeti ve zorluğunu ortaya koymaktadır. Bu maliyet ve zorluk bu tür siber silahların ancak devlet destekli ve uzun süreçler sonunda fiziki istihbaratında yardımıyla oluşturulabileceğini göstermektedir.

Genel ve soyut olarak aktardığımız bilgilerden anlaşıldığı üzere siber uzayda bir devlet için asıl saldırı tehlikesi diğer devletlerden yada devletin desteklediği gruplardan gelmektedir. Oysa devletler bu süreçte diğer devletlere karşı önlem söylemi altında bireylerin siber uzaydaki varlıklarını kısıtlama yoluna gitmektedir. Bunun asıl nedeni ise ulus-devlet merkezli oluşturulmuş mevcut sistemde devletlerin asıl tehlikeyi uzun vadede diğer devletlerde değil bireylerde görmeleridir. Bu çerçevede popüler dizilerle ya da söylemlerle oluşturulan algı, bireyin güvenliğinin artmasına değil özgürlüğünün azalmasına neden olmaktadır.

 

Siber Uzay ve Ulus-Devlet Egemenliğinin Yeniden Sorgulanması

Güç, tarih boyunca farklı düzeylerdeki aktörler (veya aktör grupları) arasında el değiştirmiştir. Modern uluslararası sistemin temellerinin atıldığı 1648 Westphalia Barış Antlaşmaları öncesi Pre-Westphalian Dönem’de güç; dini aktörler, Orta Çağ’dan kalma yerel otoriteler ve imparatorluk/krallıklar arasında bölüşülmüştür. Westphalian Dönemde ise imparatorluklar/krallıklar sistemin diğer aktörlerine baskın gelmiş ve merkezileşen yönetimler yerel otoriteleri büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. 1804 yılında imparatorluğunu ilan eden Napolyon Bonaparte ise tacını papanın giydirmesine izin vermeyerek dini otorite ile dünyevi otorite arasındaki sıralamanın bir daha eski haline gelmeyecek şekilde değiştiğinin sembolü olmuştur. 1848 Devrimleri’nde yaşanan işçi hareketleri ise çok daha büyük bir kırılmaya neden olmuştur. Sonraki süreçte “uluslar baharı” olarak adlandırılacak olan bu devrimler, günümüzün temel ve meşru aktörü olan ulus devletlerin temellerini atmıştır. Üç büyük kara imparatorluğu 1. Dünya Savaşı sonunda ortadan kalkmış ve ulusların “self determinasyon / kendi kaderini tayin ilkesi” çerçevesinde yeni devletler ortaya çıkmıştır.

Ulus-devletler, 1. Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş’ın sonuna kadar uluslararası sistemin meşru aktörü olarak varlıklarını devam ettirmiştir. Günümüzde yaklaşık 200 devletten oluşan uluslararası sistem her ne kadar varlığını devam ettirse de ulus devletlerin varlıkları ve güçleri her geçen gün sorgulanmaktadır. Soğuk Savaş devam ederken kurulan ulus-üstü bir birlik olan Avrupa Birliği (AB); Soğuk Savaş sonrası yaşanan küreselleşmeyle sayıları hızla artan çok uluslu şirketler ve dünya çapında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları makro ölçekte devletlerin meşruiyetlerinin sorgulanmasına yol açıp güçlerini azaltırken, siber uzayda aynı eylemi mikro ölçekte gerçekleştirmektedir.

Ağlanmışlığın gelişmiş ülkelerde oldukça yüksek olduğu, gelişmekte olan ülkelerde ise hızla yükseldiği günümüzde siber uzay, ulus-devlet içinde ve/veya ulus-devletten bağımsız yeni aktörler oluşmasına neden olmaktadır. Siber uzay üzerinden bireyler ulusal kimliklerinden bağımsız olarak dünya çapında örgütlenebilmektedir. Ortaya çıkan bu örgütlenmeler ulus-devletlere farklı konularda tepkilerini dile getirebilmek için hacktivizmi bir eylem biçimi olarak benimsemektedirler. Örneğin Edward Snowden, Julian Assange gibi bireyler fiziki yollarla elde ettikleri bilgileri siber uzay üzerinden kamuoyuna açıklayarak, ulus-devletlere olan bağlılığın sorgulanmasına yol açabilmektedirler.

Çok uluslu şirketlerin siber uzay üzerindeki güçleri de egemenlik ve meşru şiddet kullanım hakkını tartışmaya açmaktadır. Son dönemde yaşanan örneklerde de görüldüğü üzere Sony, Google gibi şirketler aktif siber savunma kapsamında kendilerine yapılan saldırılara karşılık verebilmektedir. Verilen karşılık neticesinde meydana çıkan zarar sadece saldırıyı yapanın etkisiz kalmasıyla sonuçlanmamaktadır. Bu durum Aynı zamanda ulus-devletlerin egemenlik alanları içerisinde fakat ulus-devletlerin bağımsız diğer aktörlerin birbirleriyle ilişki kurduğu yeni bir yapı ortaya koymaktadır. Post-Westphalian dönemde ortaya çıkan bu kaotik yapı, Pre-Westphalian dönemin aktör ve egemenlik karmaşasıyla benzerlik göstermektedir. Zira siber uzay sayesinde ortaya çıkan sanal cemaatler güçlerini her geçen gün fiziki dünyada arttırmaktadır.

Sonuç olarak Westphalian Dönem boyunca her geçen gün merkezileşen ve yatay olarak el değiştiren güç, siber uzayında etkisiyle içinde bulunduğumuz Post-Westphalian Dönemde tekrar ve dikey olarak el değiştirmektedir. Bu yeni dağılım günümüzde, ulus-devlet üzerinde örgütlenen makro aktörlerin ve ulus-devlet altında oluşan mikro aktörlerinin olduğu yeni bir sistem oluşturmuştur. Sistemin yeni aktörleri ile eski aktörleri arasındaki çatışma, eski aktörlerin yeni aktörlerin varlığını de jure olarak tanıyacağı güne değin devam edecektir.

Siber Uzayda Güçlü Olmak

Uluslararası ilişkiler teorisyenleri 20. Yüzyılın başından itibaren gücün ne olduğunu, ne kadar gücün yeterli olduğu, güç edinmenin amacını sorgulamışlardır. Özellikle realistler güç üzerinde çalışmalar yaparken, klasik realistler devletlerin temel amacının güç edinmek olduğunu iddia etmiş, neorealistler ise gücü güvenliği sağlamanın aracı olarak görmüşlerdir. Literatürde gücün hesaplanmasına yönelik matematiksel formülleri de içeren birçok çalışma olmasına rağmen üzerinde mutabakat sağlanan bir tanım bulunmamaktadır. Buna karşın güce ilişkin verilen tanımların ortaklaştığı noktalar üzerinden, gücün bir başka aktör üzerindeki etki kapasitesi olduğu söylenebilir.

Ortaya konulan tanımdan da anlaşılacağı üzere güç mutlak değil görelidir. Bir aktör diğer bir aktör karşısında güçlüyken farklı bir aktörle kıyaslandığında güçsüz olabilir. Güç, 20. Yüzyılın büyük bir kısmında sadece askeri güç (hard power) olarak kabul edilirken, Joseph Nye’ın kavramsallaştırması sonrasında askeri gücün yanında yumuşak gücün (soft power) varlığı da kabul edilmiştir. 21. Yüzyılda ise askeri güç ile yumuşak gücün ortak kullanılmasıyla ortak çıkan smart power (henüz kavramın Türkçesi üzerinde mutabakat bulunmamaktadır) güç türleri arasındaki yerini almıştır.

Gücün tanımlanması ve hesaplanmasındaki problemlere rağmen dört boyutta (kara, hava, deniz, uzay) gelişen pratikler ve tarihsel referanslar bu alanlarda karşı karşıya gelen aktörler arasında kıyaslama yapmayı kolaylaştırmaktadır. İnsanın yaratıcısı olduğu beşinci boyut olarak kabul edilen siber uzayda ise güç ve güçlü olmak çok daha zor belirlenebilir hale gelmiştir. Bu durumun en temel sebebi siber uzayın doğasının ortaya çıkardığı çelişkili yapıdır. Bu yapı diğer dört boyutun aksine bu alanda üretimde bulunanı ve alanı yoğun olarak kullananı aynı zamanda saldırıya en açık hale getirmektedir. Kara boyutu ile siber uzayı karşılaştırmalı olarak örneklendirmemiz gerekirse, kara araçları (tank, zpt [zırhlı piyade taşıyıcı], zma [zırhlı muharebe aracı]) üreten bir devlet, ürettiği her bir araçla saldırı kabiliyeti kadar savunma kabiliyetini de kuvvetlendirirken, siber uzayın yoğun olarak kullanan (ağlanmış), yazılım üreten, bu yazılımları üçüncü ülkelere ihraç eden bir devlet her ne kadar saldırı kabiliyetini geliştirse de ağlanmışlığın getirdiği kullanım yoğunluğu nedeniyle savunmasını da kırılgan hale getirmektedir. Bu durumun en büyük nedeni diğer dört boyutta geliştirilen saldırı kapasitesi ile rakibin saldırı kapasitesini ortadan kaldırmak mümkünken, siber uzayda bunun çok mümkün olmamasıdır. Kritik altyapıların mekanik sistemlerle kontrol edildiği, ağlanmışlığın oldukça az olduğu bir devlete yapılacak bir siber saldırı hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Bu duruma karşın klasik boyutlu güm mantığıyla zayıf olarak tanımlanan bir devlet konvansiyonel silahlara yapacağı yatırımdan çok daha az bir bütçeyle ve yetişmiş insan gücüyle siber silah geliştirip ağlanmış bir devlete çok pahalıya mal olacak saldırılar düzenleyebilir. İronik olarak saldırıya uğrayan devlet, ödemek zorunda kalacağı bedele karşın saldırının faili olan devletin kim olduğunu hiçbir zaman tespit edemeyebilir.

Askeri gücün aksine yumuşak güç açısından bakıldığında ise ağlanmış devletler ve yazılım üreten devletler diğer devletler üzerinde en fazla etkiye sahip olanlardır. Bu devletlerde üretilen sosyal ağlar, video paylaşım platformlarının, siber uzayda ortaya çıkardığı etkileşim diğer toplumları ve dolayısıyla devletleri etkilemektedir. 2010 yılında başlayan ve Ortadoğu’da büyük değişimlere yolan açan Arap Baharı üzerindeki sosyal medyanın etkisi düşünüldüğünde siber uzayın yumuşak güç olarak etkisi çok daha net olarak anlaşılmaktadır. Bu devletlerde devrilen iktidarların siber uzayı tüm engelleme çabalarına rağmen, çeşitli yöntemlerle (Twitter’ın SMS ile Twit atılmasını sağlaması) siber uzaya ulaşım sağlanmıştır.

Yukarıda genel ve soyut olarak incelenen örneklerde askeri güç ve yumuşak gücün siber uzayla ilişkisi göstermektedir ki siber uzayda ağlanan devletlerin askeri anlamda savunulması zor hale gelmektedir. Buna karşın bu devletlerin yumuşak güçleri ise artmaktadır. Siber uzayda bir bütün olarak güçlü olmanın yegane yolu ise smart power’ı oluşturabilecek şekilde yapılanmaktır. Bu sebeple devletler aşırı ağlanmaktan maliyet etkinliğine rağmen çekinmeli ya da acil durumlarda siber uzaydan bağımsız olarak devletin işlevselliğini sağlayacak ikincil yapılara sahip olmalıdır. Fakat tüm risklere rağmen toplumu dijital bilgi üreticisi haline getirerek çok değerli olan yumuşak güç kapasiteside geliştirilmelidir.