Etiket arşivi: Bill Clinton

Solar Sunrise: Saldırının arkasında Saddam var sandılar, afacan ikili çıktı

3 Şubat 1998 günü ABD’nin San Antonio kentinde bulunan Hava Kuvvetleri Enformasyon Muharebe Merkezindeki askeri uzmanları paniğe sevk eden bir gelişme yaşandı. Askeri ağları izledikleri monitörler, bir kişinin başkent yakınlarındaki Andrews Hava Üssünün bilgisayarını hacklediğini gösteren alarmlar vermeye başlamıştı.

Harekete geçen uzmanlar, diğer 3 askeri üssün bilgisayar ağlarına da yetkisiz erişim yapıldığının farkına vardılar. Saldırganın ayak izleri izlenerek, askeri ağlar MIT’nin bir bilgisayar sunucusundan sızıldığı tespit edildi.

Saldırganın sisteme packet sniffer yerleştirdiği bu sayede sisteme kayıtlı kullanıcı adı ve parolaları ele geçirdiği anlaşıldı. Tüm ağda istediği gibi ‘ at koşturan’ saldırgan bir süre sonra sisteme arka kapı açıklığı oluşturarak dilediği veriyi silip değiştirme ve kendi bilgisayarına indirme özgürlüğüne de kavuşmuş oldu.

Pentagon’un gizlice anlaştığı uzmanlar, 4 saatte kritik sistemleri avladılar

San Antonio’daki uzmanlar saldırının nedenini öğrenince çok şaşırmadılar. Çünkü uzun zamandır yetkilileri bilinen bir güvenlik açığının kapatılması için adım atılması konusunda uyarıyorlardı. Bahsekonu güvenlik açığı UNIX sistemlerde bulunan Sun Solaris adlı açıktı. Bu yüzden saldırının adını da Solar Sunrise koydular.

ABD Savunma Bakanlığı saldırıdan 8 ay önce Eligible Receiver adlı siber tatbikatı yapmış olmaları saldırıya bir nebze olsun hazırlıklı yakalanmalarını sağladı. Dönemin Savunma Bakan Yardımcısı John Hamre, ABD Başkanı Bill Clinton’a verdiği brifingde saldırıyı ‘Gerçek bir siber savaşın ilk ateşi’ tanımlamasını yapacaktı.

Clinton siber saldırılara karşı farkındalığa sahip ABD’nin bu tür saldırılara karşı önlem alması gerektiğine sahip bir başkandı. 1996’da imzaladığı ‘Kritik Altapıların Korunması’ başlıklı başkanlık emrinden sonra siber güvenlik ile ilgili önemli adımlar atılmıştı. Başkanlık emrinden sonra kurulan iki önemli görev birimi vardı. Bunlardan biri meşhur Marsh Komisyonu iken diğer Altyapı Koruma Görev Birimiydi. Adalet Bakanlığı altında kurulan bu birim NSA, FBI ve Genelkurmay Başkanlığından personel alabiliyordu.

Saldırıdan 3 gün sonra bu görev birimine Solar Sunrise saldırısını çözme sorumluluğu verildi.

CLİNTON’IN MASASINDAKİ IRAK’A SALDIRI PLANI

ABD Başkanı Clinton’ın gündeminde Solar Sunrise saldırısının yaşandığı zamanlarda Irak vardı. 1991’de düzenlenen Çöl Fırtınası harekâtında Irak lideri Saddam Hüseyin’i yenilgiye uğratmış, savaş sonrası yapılan antlaşmayla Saddam BM uzmanlarının kitle imha silahı programını teftiş etmesini kabul etmişti. Saddam 1998’in şubat ayında 6  yıldır ülkesinde bulunan BM uzmanlarını sınır dışı etti. Antlaşmanın en önemli şartının ihlal edilmesi ABD yönetimini harekete geçirmiş, Clinton generallerden Irak’a askeri operasyon senaryoları hazırlamalarını istemişti.

Solar Sunrise’in Amerikan askeri üslerindeki yayılması devam etti. Özellikle Hawaii, Dover, Norfolk ve Charleston’daki askeri üslerdeki bilgisayar sistemlerine de bulaşması saldırının Pentagon için önemini artırıyordu. Her ne kadar saldırganlar sadece unclassified sunuculara giriş yapmış olsalar da, bu askeri üsler Amerikan ordusunun lojistik, tıbbi ekipler, mali yönetim gibi işlerin yapıldığı sunuculardı. Ve bunların devre dışı kalması Irak’a yönelik bir askeri karşılığı sekteye uğratacaktı.

Şüphelerin Ortadoğu ve Irak üzerine yoğunlaşmasına neden olan bir başka gelişme daha yaşandı. Saldırıyı araştıran ekip saldırganların izini Birleşik Arap Emirliklerinin internet sağlayıcısı Emirnet’te buldurlar. Böylece saldırının arkasında Saddam ya da, Saddam’ın desteklediği ve ABD’nin Ortadoğu’daki askeri operasyonlarını engelleme amacıyla yapıldığı kuşkusu güçlenmeye başladı.

NEAL POLLARD DEVREYE GİRİYOR

Neal Pollard

Saldırının arkasında Saddam olduğu düşüncesi Pentagon’da güçlenirken, saldırıyı araştıran ekibe danışmanlık veren Neal Pollard’da bunun bir devlet tarafından gerçekleştirilmiş stratejik saldırı olduğuna dair soru işaretleri oluşmaya başladı. Üniversitede kriptoloji ve uluslararası ilişkiler eğitimi alan Pollard, saldırının loğlarını inceledi ve saldrıganların amacını anlamaya çalıştı. Saldırının ayrıntıları üzerine yoğunlaştıkça Solar Sunrise’in ‘ciddi adamların’ işi olmadığına dair kafasında bir fikir oluşmaya başladı.

Pollard’ın yaklaşımının arkasında da Eligible Receiver vardı. Siber tatbikatın senaryosunu hazırlayanlar arasında yer alan Pollard, tatbikatta saldırganların unclassifed sunuculardan Pentagon’un classified sunucularına geçmenin yolunu bulduğu bilgisini eklemişti. Tatbikata katılanlar bu senaryoya göre karşı harekât planı hazırlamıştı. Pollard’ın önünden duran gerçek saldırıda ise saldırgan classified sunuculara girmiyor ve girmeye çalışmıyor. Girdiği sunucularda herhangi bir zararlı yazılım bırakmıyordu. Üstelik saldırının hedef aldığı sunucular rastgele seçilmişe benziyordu.

 

SAATE BAKMAK SAVAŞ KAZANDIRIR

Solar Sunrise’ı inceleyen uzmanlar hala askeri ağlarda dolaşan saldırganların sistemlere izinsiz erişim sağladıkları sızmalarla ilgili ilginç bir ayrıntı yakalamışlardı. Saldırganlar akşam 6 ile gece 11 arasında saldırılarını gerçekleştiriyorlardı. Analistler büyük bir heyecanla saldırganın kimliğinin ortaya çıkartılmasında önemli bir ipucu yakaladıklarını düşündüler. Bağdat ve Moskova saatine göre saldırı zaman dilimi geceye denk geliyordu. Pekin için ise sabah saatlerine…

Ama siber saldırı analistlerinin kaçırdıkları bir nokta vardı. Bu saldırı zaman dilimleri aynı zamanda Kaliforniya’da okul bitiş saatlerine de denk düşüyordu.

10 Şubat günü saldırı üzerine çalışan grup saldırganları günler süren çalışma sonrasında bulmayı başardı. Bunlar San Fransisco’da yaşayan 16 yaşındaki iki kafadar hacking dünyasındaki takma adlarıyla Makaveli ve Stimpy’di. Mahkemeden çıkartılan kararla hem dijital dünyada hem de fiziksel dünyada takibe alınan ikiliye 18 yaşında bir İsrailli hacker olan Ehud Tenenbaum’un (The Analyzer) da destek verdiği ortaya çıktı. Tenenbaum, kendisine öyle güveniyordu ki AntiOnline adlı online forumda askeri ağlara sızmanın nasıl yapıldığını gösteren bir canlı yayın yapmıştı.

Siber Dünyanın Çete Lideri: Ehud Tenenbaum

25 Şubat sabahı Hamre yaptığı basın toplantısında Amerikan savunma sistemine yönelik en organize ve sistematik saldırı olara nitelediği Solar Sunrise’ı tanıttı. Basın toplantısından önce FBI çocuk hackerların evlerine baskın düzenleyerek gözaltına almıştı. Gerçek isimleri saklı tutulan çocuklardan Stimpy’i evine baskın düzenlendiğinde polis tarafından etrafı boş Pepsi kutuları ve yarım yenilmiş hamburgerler olduğu halde yakalandı. İkili 3’er yıl hapis cezasına çarptırıldı ve belki daha da kötüsü büyüklerin gözütimi olmadan internete girmeleri yasaklandı.

İsrail polisi de Tenenbaum ve dört ‘çırağını’ yakaladı. Tenenbaum bildiklerini öğretmek istediği çıraklarla birlikte çalışıyordu çünkü artık emekli olmak istiyordu. 8 ay hapis yattıktan sonra kendi şirketini kurdu. Kanada’ya taşındı fakat uslu durmadı finansal kuruluşlara saldırmaktan dolayı burada da tutuklandı.

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için formu doldurunuz

Bilim ve Teknoloji Politikalarıyla Geçmişten Günümüze ABD

Bilim ve Teknoloji kavramlarının son zamanlarda sıklıkla konuşulmasını ve gündemi eskiye nazaran daha fazla meşgul etmesini ülkemiz açısından sevindirici gelişmelerden sayabiliriz. Bununla beraber değişik platformlarda konuşulan şeylerin yönetim kademelerine yansımalarının nasıl olduğunu ve yetkili devlet mercilerinin özellikle bilim ve teknoloji alanında ülkemizin önünü açacak ne gibi program ve projeler geliştirdiğini hep birlikte takip etmeye devam edeceğiz.

Bu konuda geçmişten günümüze yetkin insanların varlığını inkâr etmemekle birlikte insan kaynağını verimli kullanmadaki eksikliğimiz diğer alanlarda olduğu gibi bilimsel ve teknolojik alanlarda da kendisini hissettirmektedir.

Bu yazının içeriği ABD özelinde yapılan bilim ve teknoloji politikalarının değerlendirilmesi çalışmasının özeti mahiyetinde düşünülmüştür. Ülkemizin mevcut durumundan ziyade ABD’nin bilim ve teknoloji alanında uzun yıllar süren dünya liderliğinin sebepleri ve son yıllarda özellikle Asya ülkelerinin bu alanda ABD’yi yakalamaları ve son tahlilde rekabetin geldiği nokta kısaca ortaya konulmaya çalışılacaktır.

ABD’nin bilimde altın çağı olarak tanımlanan 1950-1968 yıllarına nasıl gelindiği ve bu gelişmenin arkasında nasıl bir paradigmanın yansıması politikaların olduğunu öncelikle düşünmemiz gerekmektedir.

Vannevar Bush

Bilim politikalarının ilk örneği ABD eski Başkanı F. D. Roosevelt’in 1944 Kasım ayındaki isteği üzerine Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Ofisi ( Office of Scientific Research and Development) direktörü Dr. Vannevar Bush’un hazırlayıp 1945 Temmuz ayında Roosevelt’in vefat etmesiyle yerine gelen Başkan Truman’a sunduğu “Science- The Endless Frontier [Bilim- Sonsuz Ufuklar]” (https://www.nsf.gov/od/lpa/nsf50/vbush1945.htm) başlıklı rapordur.

Söz konusu rapor 2. Dünya savaşından galip çıkan ABD için geleceği doğru parametrelerle kurmayı amaçlıyordu. 192 sayfalık politika belgesi 1990’lı yıllarda dahi bilim insanları tarafından tartışılacak, eksik ve doğru taraflarıyla kritiğe tabi tutulacaktır.

Sadece birkaç önemli aktarım ve yorumla üzerinden geçeceğimiz söz konusu belgeyi incelediğimizde bugün dahi öğreneceğimiz çok şey olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Söz konusu belgede önemli başlıklardan bir tanesi “Bilim ve Kamu Refahı (Science and the Public Welfare)” adı altında irdelenmektedir. Bilim ve kamu refahı arasında bugün bile ilişkiyi çok rahatlıkla kurabilecek insanımızın az mı çok mu olduğunu kendi içimizde sorgulayabiliriz. Bilimsel bağımsızlığın önemi “daha fazla ve daha iyi bir bilimsel araştırma bizim tam istihdam hedefimizin başarısının olmazsa olmaz bir gerekliliğidir” denilerek vurgulanmış, yeni bilgi (knowledge) yaratılması ve onun pratik amaçlar için uygulanmasını gerçekleştirmek için bilimde yetişmiş çok sayıda erkek ve kadına sahip olmanın gerekliliği ortaya konulmuştur.

Dr. Vannevar Bush; ısrarla bilimsel yetkinliğe vurgu yapıyor ve kamu refahı, ulusal güvenlik ve stratejik hedefler için temel araştırmaların desteklenmesini istiyordu. Onun bu istekleri yazdığı bu raporla sınırlı kalmadı ve 1960’lı yıllara gelindiğinde ABD’nin Ar-Ge yatırımları takriben yarısı savunma harcamaları olmak üzere bütçenin % 10’luk payını aşmıştır (https://www.aaas.org/sites/default/files/Budget;.jpg ).

Bill Clinton ve Al Gore

Aradan uzun yıllar atlayarak önemli bir politika belgesine daha kısaca değinmek gerekirse; 1990’lı yılların başında Körfez savaşı sonrasında şahin Cumhuriyetçilerden görevi devralan dönemin çiçeği burnunda Demokrat Başkanı William J. Clinton,  yardımcısı Albert A. Gore’u (nam- diğer Al Gore) da yanına alarak o günden bu güne popülerliği düşmeyen teknoloji üssü olan silikon vadisine koşmuştur ve ABD’ye bilim ve teknoloji temelli olarak neler kazandırabileceklerini ortaya koydukları bir girişim başlatmışlardır.

Kamuoyuna sunulan  “ Ekonomik Gelişme İçin Teknoloji Ve Ekonomik Gücü Yeniden Kurmak İçin Yeni Bir İstikamet [Technology for America’s Economic Growth, A New Direction to Build Economic Strength] (http://www.channelingreality.com/Reinvention/Documents/1993_Technology_for_Americas_Economic_Growth.pdf)  isimli politika belgesi; meslekler yaratacak ve çevreyi koruyacak uzun dönem ekonomik büyüme, devleti daha etkili ve daha duyarlı hale getirmek ve temel bilimler, matematik ve mühendislik (STEM) alanlarında dünya liderliği olarak üç (3) ana amaca dayanıyordu.

1990’lı yılların önemli bir özelliği olarak; söz gelimi daha önceki zamanlarda bilim dolayısıyla temel araştırmalar, tüm gelişim ve dönüşümlerin kaynağı olarak görülürken bu yıllardan itibaren teknolojik yeniliklerin -bilimsel araştırmalar önemini yitirmemekle beraber- bilimsel gelişmeleri gölgede bırakacak nitelikte atılımlar yaptığı görülmektedir. Bunun en çarpıcı örneği olarak temelleri 1960’lı yıllara dayanmasına karşın “World Wide Web” olarak bildiğimiz ve kullandığımız şekliyle dünyanın her tarafını saran bir ağ haline gelen internetin yaygınlaşmasını verebiliriz. Söz konusu rapor bilimden teknolojiye, eğitimden sağlığa, devletten özel sektöre, tarımdan çevreye ve inşaattan enerjiye kadar uzanan geniş bir yelpazede dönüşümün köşe taşlarını ortaya koymaktadır. Son olarak bu kapsamlı politika belgesinin yansımalarına baktığımızda; ABD’de 1990’lı yılların başında yüzbinler (100.000) civarında olan toplam patent başvuruları 2000’li yılında gelindiğinde üç yüzbinlere (300.000) dayanarak yaklaşık üç kat bir artış göstermiştir (https://www3.wipo.int/ipstats/ipslinechart ).

Federal hükümetin farklı disiplinlere göre bilimsel araştırmalara ayırdığı paylar; 1990’lı yıllardan sonra sağlık bilimlerinde “Biyomedikal Araştırmalar” yatırımları 1992 yılında 10 milyar $ iken 2000’li yıllara kadar 30 milyar $ ‘lara dayanarak hem yaklaşık üç kat artış göstermiş hem de disiplinler arası yatırımlarda zirvede yer almıştır. 1990’lı yıllarda bilimsel ve teknolojik gelişmelerin lokomotifi olarak öne çıkan bir disiplin olan “Mühendislik” yatırımları ise 2000’li yıllara kadar yıllık 10 milyar $ ‘a dayanarak disiplinler arası yatırımlarda ikinci sırada yer almıştır. “Doğa Bilimleri“ yatırımları yıllık 5 milyar $ ‘ın üzerinde olmasına karşın 1990’lı yıllarda düşüş gözlenmiştir. Çarpıcı olan veri ise; çevreye duyarlılık teması işlenirken yatırımların bu durumdan payını alıp almadığı sorusudur. 1990’lı yılların başlarında 3 milyar $ civarında olan çevre bilimleri yatırımları sonlarına doğru artan bir ivmede görünse bile 5 milyar $ seviyesine ulaşamamış görünmektedir(http://mcmprodaaas.s3.amazonaws.com/s3fs-public/Disc-1_0.jpg?RrBDGaSpG5edeDsiBRyoQyApdamjOs4O ).

Amerikan bilim ve teknoloji politikalarını yüzeyselde olsa incelediğimiz yazı dizisinin birinci bölümünü tamamlarken, bilim ve teknolojinin ABD için nasıl bir dönüşüm yarattığı ve özellikle geleceği kuran ve öngören bir sistemin temel bir sacayağı olarak nasıl kullanıldığının ipuçlarını görmekle birlikte bir sonraki bölümde kısaca değineceğimiz 2000’li yıllarda Amerikan inovasyonunun yarattığı atılım ve gelişmelerin ortaya koyduğu son tabloda kendimize nasıl bir yer bulacağımızı hep birlikte kestirmeye çalışabiliriz.

Ayrıca birçok yan etken ve fonksiyon barındırmasına karşın temelde ekonomik güç, teknolojik güç ve askeri gücün ABD özelinde birbirleriyle nasıl bir ilişki içerisinde olduğu ve hangi şartlar ve politikalar ekseninde bir araya getirildiği ve pratikteki yansımaları hakkında bir nebze olsun fikir sahibi olabiliriz.

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için formu doldurunuz