Etiket arşivi: Ali Kemal Şerbet

Jospeh Nye’dan sibere dair nükleer dersler

İnsanlığın karada başlayan güç mücadelesi zamanla denizle tanışmış, 20. yüzyılda ortaya çıkan hava, uzay ve siberle savaşın sahası bir hayli genişlemiştir. Buna ek olarak teknolojik gelişmeler de çatışma dinamiklerini temelinden değiştirmiştir. Erken modern Avrupa’daki Barut Devrimi, 19. yüzyıldaki Sanayi Devrimi, 1950lerdeki Nükleer Devrim ve 21. yüzyılda hepimizin yaşamakta olduğu Bilgi Devrimi bu dönüşümün temel noktalarını oluşturmakta.

Geleceği öngörmek zordur ve hemen her dönemde insanlar yeni gelişmeleri yorumlayabilmek için geçmişteki olayları incelemiş ve benzerlikler kurmaya çalışmışlardır. Joseph Nye da 2011’de kaleme aldığı Nuclear Lessons for Cyber Security?başlıklı makalesinde benzer bir metodu kullanarak “Nükleer silahlanma döneminnden siber güvenliğe dair birtakım dersler çıkarabilir miyiz?” sorusuna yanıt aramaktadır. İlk olarak kendi perspektifinden siber uzayın genel bir görüntüsünü ortaya koyan Nye, devamında nükleer dönemden siber güvenliğe dair alınabilecek genel dersleri başlıklara ayırarak açıklamakta; son bölümde ise uluslararası iş birliğine dair alınabilecek dersleri tarihsel örneklerle ortaya koymakta ve önerilerde bulunmaktadır.

Siber uzayın fiziksel ve sanal olmak üzere iki katmandan oluştuğunu vurgulayarak siber alan tasvirine başlayan Nye, devletlerin -egemenlik haklarından kaynaklanan- fiziksel katmandaki güçlerinin altını çizmekte ve siber savaşı “kansız savaş” olarak tanımlayan kavramsallaştırmalara eleştiri getirmektedir. Bunları dar tanımlar olarak görerek siber savaşı ‘siber alanda icra edilen ve büyük kinetik şiddete eşdeğer yahut ona yol açabilecek etkiye sahip düşmanca eylemler’ olarak tanımlamıştır.

İlgili haber: Nükleer dünyadan siber uzaya iktidarın yeni boyutu

Devletlerin fiziksel katmandaki güçlerinin altını çizmesine rağmen, devlet elinde yoğunlaşmış gücün artık diğer aktörlere doğru dağılmaya başladığını “Gücün Yayılması” kavramıyla ifade eden Nye, siber uzayın bunun en güzel örneklerinden biri olduğunu söylemektedir. Ona göre kara, hava ya da denizin aksine siber sahayı bir devletin tek başına domine etmesi mümkün değildir. Zira hem bu sahaya girmek diğerlerine göre çok daha masrafsızdır (Deniz Görev Gücü oluşturmakla operasyonel bir siber ekip oluşturmak arasında ciddi bir maliyet farkı vardır) hem de paradoksal bir şekilde siber sahada güçlenmek zafiyeti de beraberinde getirmektedir. Bunun en tipik örneği çok güçlü siber saldırı araçlarına sahip olmasına rağmen ağ ortamına bağımlılığı sebebiyle saldırıya en açık ülkesi olan ABD’dir.

Günümüzde siberde saldırının savunmaya baskın geldiğini belirten Nye, ulusal güvenliğe tehdit oluşturan 4 temel siber tehdit olduğunu iddia etmektedir: Devletlerle ilişkilendirilebilecek Siber Savaş & Ekonomik Espiyonaj ve devlet-dışı aktörlerle ilişkilendirilebilecek Siber Suç & Siber Terörizm. Devlet kadar bütçe yöneten şirketlerin olduğunu günümüzde ekonomik espiyonajı sadece devletlerle ilişkilendirmeyi doğru bulmasam da bu yazı Nye’ın makalesini incelemeyi amaçladığından konuyu başka bir yazıda ele almak üzere kapatalım.

Makalede siber alanın ve muhtemel tehditlerin açıklanmasından sonra nükleer-siber karşılaştırmaları yapılarak alınabilecek dersler belirtilmiştir. Yazara göre nükleer ve siber arasındaki en temel ayrım ortaya çıkış ve kontrolleriyle ilgilidir. Askeri amaçlarla ortaya çıkan ve sıkı kontrol altında tutulan nükleer gücün aksine internet sivil amaçlarla geliştirilmiş ve kontrolü sivillerde kalmıştır, dolayısıyla güvenlik arka plandadır. Bu sebeple devlet-dışı aktörlerin nükleer silahlara erişimi neredeyse imkansızken; siber alana rahatlıkla girip eylem yapabilmeleri mümkündür. Nye’ın nükleer-siber karşılaştırmalarına devam ederek çıkardığı diğer dersler şunlardır:

Teknolojideki sürekli değişimler ilk dönem strateji çalışmalarını karmaşıklaştıracaktır

Nükleer dönemin ilk yıllarında nükleer kaynakların kıt ve etki alanının sınırlı olduğu düşünüldüğünden strateji düşünürleri buna göre stratejiler geliştirmişlerdi. Sayısal üstünlüğün mutlaka stratejik üstünlük anlamına gelmeyeceği, karşılık verebilecek kadar cephaneliğe sahip olmanın yeterli olacağı şeklindeki minimum caydırıcılık stratejisi benimsenmişti. Bu yaklaşım, limitleri ortadan kaldıran hidrojen bombasının keşfiyle ciddi bir meydan okumaya maruz kaldı ve strateji düşünürleri yeni yaklaşımlar geliştirmek amacıyla çalışmalarına başladılar.

ARPANET 1969 yılında kurulmuş olsa da World Wide Web’in ortaya çıkışı 1990’lara denk gelmektedir. Yani şu an güvenliğini tartıştığımız alanın yalnızca 20-30 yıllık bir mazisi var ve sürekli yeni gelişmeler yaşanmakta. Nükleer ve siber arasındaki gelişim çizgilerini benzeştiren Nye, böylesi teknolojik değişimlerin olduğu bir alanda geliştirilecek siber stratejilerin çok yönlü ve gelişmelere devamlı adapte olabilecek bir yapıda olması gerektiğini söylemektedir. Strateji olarak saldırganın iş yükünü savunana kıyasla fazlasıyla arttırmayı önermekte ve tıpkı nükleer dönemde olduğu gibi bugünün çözümlerinin yarın geçerli olmayabileceğinin bilinmesinin önemli olduğunu belirtmektedir.

Yeni teknolojiye dair stratejiler yeterli empirik içerikten yoksun kalacaktır

Hiroşima’dan sonra bir daha nükleer saldırı gerçekleşmediğinden geliştirilen stratejik yaklaşımlar soyut düzeyde kalmış ve bunları gerçek hayat tecrübesiyle test etmek mümkün olmamıştır. Aksine siber cephede her gün binlerce saldırı gerçekleşmekte ve bu sayede strateji önerilerini test edebilecek empirik veritabanı oluşturulabilmektedir. Bu noktadaki sıkıntı ise bugüne kadar gerçek anlamda siber savaş diyebileceğimiz bir durumun yaşanmamasıdır. Başta ABD olmak üzere devletlerin düzenlediği harp oyunları ve simülasyonlar olsa da bunlar savaşın sis perdesini kaldırmaya yetmemekte ve siber savaşın doğurabileceği beklenmeyen sonuçları gösterememektedir.

Yeni teknolojiler sivil-asker iş birliğine yeni meseleler ekleyecektir

Nükleer dönemin ilk yıllarında ABD’deki siyasi liderler bu yıkıcı teknolojinin sivil kontrolünde kalması için Atom Enerjisi Ajansı’nı kurarken, operasyonel kontrolü ise Stratejik Kuvvetler Komutanlığı’na vermişlerdir. Bu kurumların yaklaşım farkları sebebiyle zaman zaman problemler de yaşanmıştır. Zira sivil yöneticiler nükleer silahları politikayı destekleyici araçlar olarak görürken askerler düşmanı yok edecek silahlar olarak görmüşlerdir. Nye, ABD’deki Siber Komutanlık henüz çok yeni olmasına rağmen burada da benzer sıkıntıların yaşanma ihtimalini vurgulamıştır. Nükleer ve siber arasındaki tepki süresinin farklılığı da önemli bir faktördür. Nükleer saldırıda tespit ve yanıt süresi onlarca dakikayı bulabilirken siber uzayda bu süre 300 milisaniyeye kadar inmiştir. Nye, karar ve tepki sürecinin bu kadar kısaldığı bir alanda yetkinin en alt kademeye kadar delege edilmesi olasılığının ve sivil-asker yetki dağılımının yeniden düşünülmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Sivil kullanım efektif ulusal güvenlik stratejilerini zorlaştıracaktır

Nükleer devrim tamamen askeri amaçlarla ortaya çıksa da zamanla ticari kullanıma açılmış ve denetim amacıyla kurulan kurumlar bu ticarileşmenin getirdiği ortamda görevini yapamaz hale gelmişlerdir. Ticari rekabet, sıkı denetim mekanizmasını gevşemeye zorlamıştır. Nükleerin aksine siber alanda özel sektörün çok önemli gücü bulunmaktadır. Pek çok altyapı özel sektöre aittir ve hükümetler kullanıcı durumundadır. Bu mülkiyet ilişkisi sebebiyle siber güvenliği özel sektörün sağlaması beklenmektedir; fakat yoğun rekabet ortamında şirketler buna yeterince kaynak ayıramamakta, yaşadıkları siber saldırıları da kurumsal imajlarını korumak amacıyla saklamaktadırlar. Tüm bunları değerlendiren Nye, devletlerin etkili bir ulusal siber güvenlik stratejisi oluşturmalarının zor olduğunu belirtmektedir.

Öğrenme süreci bir iş birliği olmaksızın tarafların aynı düşünceye gelmelerine sebep olabilir

Sibere dair bu genel derslerden sonra Nye’ın uluslararası iş birliğine dair çıkardığı ilk ders paralel öğrenme sürecinin önemidir. Nükleer dönemin ilk zamanlarında devletler herhangi bir iş birliğine ve kontrol mekanizması oluşturmaya yanaşmamışlardır. Buna rağmen Sovyetler Birliği ve ABD’nin birbirinden ayrı yaşadığı öğrenme süreçleri onları adım adım iş birliğine götürmüştür. Yaklaşık 20 yıl boyunca yaşanan yanlış alarmlar sonucu oluşan tehlikeyi gören, kısıtlama getirilmezse nükleerin çok büyük tehditler yaratacağını anlayan 2 süper güç bu öğrenme sürecinin sonunda iş birliği yapmayı kabul etmiştir. Siber alan doğası gereği -belli bir seviyede de olsa- iş birliği ve kontrol mekanizmasına ihtiyaç duymaktadır. Internet Engineering Task Force (IETF) ve ICANN gibi kurumlar bu görevi görse de henüz devletlerarası bir iş birliği mekanizması oluşturulabilmiş değildir. Nye nükleerde olduğu gibi siberde de devletlerin kendi başlarına yaşayacakları öğrenme deneyimlerinin onları iş birliğine yöneltebileceğini söylemektedir.

Silah kontrollerini üçüncü taraflarla ilgili pozitif-toplamlı oyunlarla başlatmak gerekir

Nye’ın uluslararası iş birliğine dair çıkardığı ikinci ders ise silah kontrolü gerektiren anlaşmalara adım adım gidilmesi gerektiğidir. ABD ve Sovyetler’in silah kontrolüne dair anlaşmaya varmaları için 30 yıl beklemek gerekmiştir. Bu yolda öncelikle çevreci bir anlaşma gibi gözüken ‘atmosferde nükleer denemeyi yasaklamak’ ve nükleer silahların üçüncü tarafların elini geçişini engellemek gibi iki devletin de çıkarına olan anlaşmalar imzalanmıştır. Bu süreçten ders çıkaran Nye, siber alanda da direkt devletlere yönelik kısıtlama getirme çabasını gerçekçi bulmamakta ve ilk aşamada siber terörizm gibi tüm devletlerin çıkarına olacak alanlarda anlaşma zemini aranması gerektiğini vurgulamaktadır.

Sonuç

Özetle Nye bu makalesinde yeni yeni gelişmekte olan siber alanı anlamlandırabilmek için bizzat tanıklık ettiği nükleer dönemle benzerlikler bulmaya çalışmıştır. Siber güvenlik stratejileri geliştirmeye çalışanlara nükleer dönemde yaşanan zorlukları hatırlatarak önerilerde bulunmuş, sivil-asker iş birliğinin önemine dikkat çekmiş, iki dönem arasındaki yapısal farklılıkları vurgulamış ve devletleri iş birliğine ikna etmek için izlenmesi gereken bir yol haritası sunmuştur. Şahsen siber ve nükleer arasında yapısal farklılıklar bulunduğunu ve makalede yapılan bazı benzetmelerin zorlama olduğunu düşünüyorum; fakat yazıyı çok uzatmamak adına eleştirileri başka bir yazıda ele almak daha doğru olacaktır. Eleştirilerimi korumakla birlikte hem sahip olduğu akademik birikim hem de devlet tecrübesi sebebiyle Nye’ın söylediklerinin önemli olduğunu düşünüyor, makaleyi okumanızı öneriyorum.

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için formu doldurunuz

Bilim Kurguyla gerçek arasında: Siber Savaş

“Sonunda ordumuzu bugün karşılaştığımız ve yarınlarda da devam edecek olan yeni bir tür savaş için hazırlamış bulunuyoruz” G.W. Bush-9 Aralık 2008

Siber ve gerçek dünya her geçen gün birbirine karışıyor ve bu yeni durum yavaş yavaş hayatın tüm alanlarında kendini gösteriyor. Aldığımız ürünlerden gittiğimiz mekanlara, izlediğimiz filmlerden attığımız yorumlara kadar her şey veriye dönüşüyor ve bunların doğru şekilde anlamlandırılması, insanların zihinlerinin şekillendirilmesinin ve yönlendirilmesinin yolunu açıyor. Böylesi büyük fırsatlar barındıran siber alanın, bilhassa devletler arasında mücadele sahasına dönüşmesi de şaşırtıcı bir sonuç olmayacaktır.

Siber alanda görülen ciddi olaylar akademide de “siber savaş” diye bir kavramın varlığı üzerine tartışmaları beraberinde getirdi. Richard Clarke gibi isimler siber savaşın var olduğunu ve şu anda yaşanmakta olduğunu savunurken; Thomas Rid gibi akademisyenler ise siber savaş diye bir şeyin olmadığını ve gelecekte de olmayacağını iddia etmişlerdir. Şahsen siber savaşın varlığını savunan taraftayım ve bu yazıda da bu iddiamı temellendirmeye çalışacağım.

Savaş Kavramının Belirsizliği

Sanılanın aksine, sosyal bilimlerdeki pek çok kavram gibi, savaş kavramı da üzerinde anlaşılmış, kesin sınırları çizilmiş bir kavram değildir. Meşhur Correlates of War projesi savaşı “her yıl 1000’den fazla ölüme sebep olan tüm silahlı çatışmalar” olarak tanımlarken; siyasiler kansere, sigaraya karşı savaştan bahsediyor. Aynı şeyden bahsedilmediği çok açık. Bu sebeple siber savaştan bahsetmeden önce savaş kavramını ortaya koymak ve üzerine düşünmek gerekiyor.

Yüzyıllar boyunca değişen faktörlere bağlı olarak (politik düzen, teknolojik ilerlemeler, aktörler vs.) farklı savaş tanımları yapılmıştır. Hukukçu Grotius, savaşı “uyuşmazlıklarını zorlama yollarına başvurarak çözmeye çalışanların karşılıklı durumu” şeklinde tanımlamış ve savaş ilanının yapılmasının bir zorunluluk olduğunu iddia etmiştir. Ünlü askeri düşünür Clausewitz ise savaşı “politikanın başka araçlarla devamı” ve “düşmanı iradeyi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemi” olarak tanımlamıştır.

Tüm bu tanımlar önemli olsa da 21. yüzyıl savaşlarının değişmeye başladığını düşünüyorum. Devlet dışı aktörlerin etkisi artıyor, gücün özelleştirilmesi yaygınlaşıyor (Blackwater/Akademi, Wagner vs.), psikoloji ve ekonomi silahlaştırılırken her bir birey bu savaşın hedefi haline geliyor, sivil/asker ayrımı ortadan kalkıyor. Rus Genelkurmay Başkanı Gerasimov’un muhtemel bir savaşta düşmanın ekonomik gücünü ve askeri olmayan tesislerini de meşru hedef göreceklerini açıklaması bu düşünceyi destekliyor. Bu, tarihte eşi benzeri görülmemiş yoğunluk ve genişlikte bir topyekûn savaş hali olabilir. Tam da bu sebeple yeni bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç var; yoksa siber savaşı tanımlarken zorluklar yaşamak kaçınılmaz. Parçalı ve spesifik değil, daha bütüncül ve kapsayıcı bir yaklaşıma sahip olmalıyız.

Kulağa ilginç ve radikal gelse de kendi perspektifimden, savaş ve politikayı ayırmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Bunların her ikisinin de “çatışma” kavramının alt başlıkları olarak, aynı amaca farklı araçları kullanarak ulaşma yolları olduğunu iddia ediyorum. Böyle bir perspektiften her bir birey, gerek fiziksel gerek mental anlamda, bir savaş alanı ve etki edilmesi gereken bir hedef haline geliyor. Dolayısıyla saldırgan tarafın kendi iradesini kabul ettirmek amacıyla insanların günlük rutinlerine yaptığı (ölümcül olsun ya da olmasın) her türlü müdahaleyi genel/sürekli savaş halinin bir parçası olarak kabul edebiliriz. Ancak böyle bütünlüklü bir yaklaşımla yaşadığımız küresel sıkıntıyı, 21. yüzyılın savaşlarını ve siber gibi ortaya çıkan yeni alanlarını anlayabilir, anlamlandırabiliriz.

Siber Savaş Tartışmaları

Sık sık atıf yapılan ‘Siber Savaş’ kitabının yazarları Clarke ve Knake’e göre siber savaş: “Bir devletin başka bir devletin bilgisayar sistemlerine veya ağlarına hasar vermek ya da kesinti yaratmak üzere gerçekleştirilen sızma faaliyetleridir”. Bu yaklaşım devletleri küresel düzenin tek aktörü olarak gören eski anlayışa göre kurgulanmış bir tanımlama. Benim alternatif tanımlama önerime göre ise “Hiyerarşik yapılı organizasyonlar tarafından (ulus devletler, devlet güdümlü gruplar, terör örgütleri, organize halk hareketleri gibi) siber alan üzerinde zararlı yazılımlar ve bilgi operasyonları vasıtasıyla rakibin zihnini şekillendirmek ve iradesini kırmaya yönelik gerçekleştirilen ofansif ve defansif hareketler” siber savaş olarak adlandırılabilir.

John Hopkins Üniversitesi’nden Thomas Rid ise tartışma yaratan makalesinde olaya farklı bir açıdan yaklaşmaktadır. Rid’e göre bugüne kadar gerçekleştirilen tüm siber saldırılar sabotaj, espiyonaj ve devlet/hükümet devirme (subversion) işlemlerinin yalnızca daha sofistike halleridir. Rid, Clausewitz’den aldığı referansla bir aksiyonun savaş eylemi sayılması için 3 kriteri karşılaması gerektiğini söylemektedir:

  1. Şiddet içermelidir (En azından potansiyel olarak)
  2. Araçsal olmalıdır (Savaş tek başına amaç değildir, karşı tarafa istenileni yaptırmak amaçlı kullanılan bir araçtır)
  3. Politik bir amaca hizmet etmelidir (Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır söylemine atıfla)

Tüm bunlara ek olarak Rid, politik amacın açıkça deklare edilmese de bir tarafa atfedilebilir olması gerektiğini, yani kimin sorumlu olduğunun net olması gerektiğini iddia etmektedir. Buradan hareketle de Rusya’nın Estonya ve Gürcistan’a yönelik siber harekatlarının ya da Stuxnet saldırısının bu üç kriteri de sağlamadığından dolayı siber savaş eylemi olarak adlandırılamayacağını iddia etmekte ve gelecekte de siber savaş diye bir şeyin olmayacağını savunmaktadır.

Savaşın Doğası, Karakteri ve Siber

Rid’in argümanının en zayıf iki noktası tüm savaş yaklaşımını yalnızca Clausewitzian bir perspektife oturtması ve konvansiyonel savaş dinamiklerini siber savaşa direkt olarak uygulama çabasında olmasıdır. 1900’lerin sonuna kadar savaşın, doğası ve karakteri gereği, şiddet ve ölümle arasındaki bağ üzerine çok düşünülmemiştir; fakat John Stone’un da “Cyber War Will Take Place” başlıklı makalesinde vurguladığı gibi 21. yüzyılda savaş, şiddet ve ölüm bağlantısı üzerine düşünmemiz zaruri hale gelmiştir.

  1. yüzyılda ortaya çıkıp gelişen hava ve uzay sahasının aksine siber alan, savaşın hem doğasında hem de karakterinde değişiklik yaratma potansiyeline sahiptir. Siber savaşı diğerlerinden ayırt eden en önemli özelliği “kansız” karakteridir. Başarıyla tamamlanmış bir siber saldırı, sonucunda birilerinin ölümüne yahut yaralanmasına sebebiyet vermek zorunda değildir. Savaşın en temel amacının düşmanın kararlılığını ve savaşma azmini kırmak olduğu düşünüldüğünde, yapılan siber saldırı bu amaca ulaşıyorsa onu ‘savaş eylemi’ olarak tanımlamaktan bizi ne alıkoyabilir? Eğer tek bir zararlı yazılım 984 uranyum zenginleştirme santrifüjüne zarar verip zenginleştirme verimini yaklaşık %30 düşürüyorsa ve bunun arkasında ABD-İsrail istihbaratının olduğuna dair kanıt sayılabilecek seviyede ciddi iddialar varsa, bunu basitçe sabotaj olarak tanımlamak mümkün müdür? “Görünürde” yakıp yıkmadan da düşmanı ulusal politikamızla uyumlu bir çizgiye zorlayabiliyorsak, sırf birileri ölmedi diye bunu ‘savaş’ kavramsal çatısının dışına çıkarmaya çalışmak savaşın doğasının ve karakterinin değişebilme potansiyelini reddetmek değil midir? Bir kavramı sorgulanamaz ve değiştirilemez kabul etmenin bilimde yeri olmadığı düşünüldüğünde, gerçek düşünce insanlarının şiddet ve ölümcüllüğün savaşa içkin olup olmadığını yeniden düşünüp tartışmalarının ihtiyaçtan öte zorunluluk olduğunu düşünüyorum.

Yukarda belirttiğim gibi işin bir de felsefi yönü var. Askeri düşünür Clausewitz genel düşüncesini düşmanı ezip yenilgiyi kabullendirmek üzerine inşa etmiştir. Dolayısıyla bu yaklaşımla siber savaş kavramının anlamsız gelmesi mümkündür. Buna karşılık Çinli askeri düşünür Sun Tzu başyapıtı Savaş Sanatı’nda en büyük maharetin savaşı, dövüşmeden kazanmak olduğundan bahsetmiştir. Kitaptan örnek vermek gerekirse Tzu, düşman altyapısının gereksiz şekilde yıkımından kaçınılmasını önerir; ki siber saldırılar konvansiyonel silahların aksine altyapıları bir daha kullanılamaz hale getirmez, yalnızca belirli bir süre çalışamaz hale getirir. Yine Tzu, savaşıp yenmekten çok savaşmadan düşman iradesini kırmanın en mükemmel hedef olacağını söylüyor. Bu da yine siberin en güçlü özelliklerinden biri olarak öne çıkıyor. Siber savaşın ‘bu anlamda’ bir sonuç getirmediğini düşünenlerin Putin yönetiminin Avrupa ve ABD’de yaptığı siber saldırıların ne gibi sonuçlar getirdiğine bakmaları zannımca yeterli olacaktır. En azından 2016 Amerikan Başkanlık Seçimleri ve Brexit Referandumu bu anlamda güzel vakalar olarak önümüzde durmakta.

Sonuç

Sonuç olarak kavramsal varlığı tartışılsa da siber savaşın var olduğunu ve etkilerini ciddi şekilde hissedemiyor olsak da yaşanmakta olduğunu iddia ediyorum. Bana göre oluşan kafa karışıklığının temel sebebi siber alanın savaşa daha önce karşılaşmadığımız yeni dinamikler kazandırması. Hava ya da uzayın aksine siberi diğer savaş alanlarıyla birebir kıyaslayarak anlamlandırmamız pek mümkün değil; zira kendine has dinamikleri sebebiyle yeni bir bakış açısı şart. Kaldı ki kabul edilsin edilmesin, Türkiye’nin de dahil olduğu pek çok ülke yıllar önce siber komutanlıklarını kurdu ve siber alanı yeni savaş olanı olarak tanımladılar. NATO da 2016 yılında siberi savaşın beşinci sahası (Kara, Deniz, Hava, Uzay, Siber) olarak tanımladı ve böylece güçlü siber saldırılara karşı konvansiyonel saldırı yapılabilmesinin yolu açıldı.

Kenneth Geers’ın da “Sun Tzu and Cyber War” başlıklı makalesinde vurguladığı gibi konvansiyonel askeri gücü zayıf olan devletler siber alana yatırım yaparak bu açıklarını kapatmaya çalışıyorlar ve bunda kısmen başarılı da oluyorlar. Sonuçta güçlü bir siber operasyon için teknik gereklilikleri yerine getirmek, tank ve silaha sahip olmaktan çok daha kolay. Dolayısıyla zamanla devletlerin bu alana daha çok yatırım yapacağı ve savaş eylemi sayılabilecek siber saldırıların da artacağını öngörebiliriz. Halihazırda Stuxnet saldırısı bile tek başına savaş eylemi sayılabilecek bir saldırı. Üstelik Rid’in 3’lü çerçevesini kullansak dahi bunu savaş eylemi saymak mümkün. Onun incelemesi de bir başka yazının konusu olsun.

Düşünce ve eleştirilerinizi yorum bölümünden ileterek bu tartışmaya dair görüşlerinizi paylaşabilirsiniz.

Zihninizden sorular eksik olmasın, keyifli okumalar!

Siber Bülten abone listesine kaydolmak için formu doldurunuz