Nazlı Zeynep Bozdemir tarafından yazılmış tüm yazılar

2009’da TED Ankara Koleji Lisesi’nden, 2013’te Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden yüksek şerefle mezun oldu. Siber güvenlik çalışmalarına 2011 yılında Groningen Üniversitesinde bulunduğu sırada başlayan Bozdemir, European Forum Alpbach, TÜBİTAK ve NATO bünyesinde birçok ulusal ve uluslararası siber güvenlik eğitimine katıldı. Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladığı “Re-Conceptualizing Cyberterrorism: Towards a New Definitional Framework” başlıklı yüksek lisans tezini 2016 yılında savundu ve yüksek şerefle mezun oldu. ODTÜ Enformatik Enstitüsü altında 2015 yılında açılan Siber Güvenlik yüksek lisans programına ilk sosyal bilimci olarak seçildi ve 2018 Ocak ayı itibariyle "Understanding Cyberespionage: A Cross-Disciplinary Perspective" isimli projesini savunarak bölümden yüksek şerefle mezun oldu. Dil eğitimi nedeniyle bir süreliğine Almanya'da yaşayan Bozdemir, bir siber güvenlik firmasında ürün pazarlama üzerine çalışmaktadır.

NATO’nun Siber Savunmasında Kilit İsim: Süleyman Anıl

Çoğunlukla Batılı isimlerin öne çıktığı Siber Liderler serisinde, yaklaşık 25 yıldır siber güvenlikle içli dışlı olan Türkiye’den bir isme yer vermek, hele de araştırmalarım esnasında bu ismin NATO nezdinde değerinin ne denli yüksek olduğunu anlamamla birlikte oldukça ilgi çekici bir hal aldı. 1979 yılında ODTÜ Elektrik Elektronik bölümünden mezun, çiçeği burnunda Amerika’ya çalışmaya gitmiş bir genç olan Süleyman Anıl, kariyerine ITT/Alcatel’de sistem mühendisi olarak başlar ve firma bünyesinde Karayipler, Afrika, İtalya gibi bir çok ülkede görev yapar. Tam da ailevi kaygılarla bir yerlere temelli yerleşmeyi içten içe düşlediği bir anda, NATO’nun International Staff kadrosuna eleman alacağını duyup, şansını dener. Böylece 1989 yılında NATO’nun Brüksel’in güneyinde bulunan bir merkezinde, siber güvenlik birimine (INFOSEC Command) ilk ve tek mühendis olarak atanır. Elbette ki Anıl, bu karargahta görev yapacağı 13 yıl süresince kendi yönetiminde 20 kişiyle birlikte çalışacağından ve NATO’nun siber güvenlik departmanını kuran isim olacağından bihaberdir.

Özellikle 2000’lere giden süreçte Balkanlar’da yaşanan kaosta elektronik savaş yöntemlerine başvurulması, NATO’nun ilerleyen yıllarda siber güvenliği ciddiye alması gerektiğinin ilk göstergesidir. Bu açıdan bakıldığında Anıl’ın uzun soluklu NATO kariyerindeki belki de en büyük etken, doğru yerde, doğru zamanda ve doğru zihniyetle hareket etmesidir. Bu alanda çalışmalar ve girişimler olmasına rağmen, NATO kapsamlı bir siber güvenlik yol haritasına sahip olmasının lüks değil, bir zorunluluk olduğunu 2007 Estonya Krizine kadar anlamayacaktır. Bu noktadan hareketle, NATO’nun siber savunma kapasitesini artırma hedefi, 2010 Lizbon Zirvesi’nde öne çıkan 11 öncelikli başlıktan biri olarak belirlenmiştir; 58 milyon Euro’luk ilk bütçe ve Anıl önderliğinde kurulan Siber Savunma ve Karşı Tedbirler Birimi bu zirvenin iki önemli sonucudur. Anıl’ın belirttiği doğrultuda, ulus-devletlerin en büyük siber tehdidi oluşturduğu, siber istihbarat çalışmalarının uluslararası sistemin önemli bir parçası haline geldiği ve siber savaş kabiliyetlerinden bahsettiğimiz bir ekosistemde, her gün 10’dan fazla gelişmiş siber saldırı (advanced persistent threat) ve sayısız hacktivism saldırısının hedefinde yer alan NATO için, siber savunma artık üst düzey bir meseledir.

NATO’nun siber güvenlik konusunda aşama kaydetmesinde ciddi anlamda katkısı bulunan Anıl’ın önemli bir tespiti dikkat çekiyor: İttifak’ı hedef alan saldırıların büyük kısmı İsrail, İran, Çin ve Rusya kaynaklı. Ülkelerden anlaşılacağı üzere, NATO bünyesinde depolanan belgeler en fazla NATO’ya üye olmayan ulus-devletlerin ilgisini çekiyor.

Detaylara yer vermese de, 2012 yılında gerçekleştirdiği bir mülakatta Rusya’nın siber alandaki kabiliyetlerini Çin’e kıyasla daha ileri bir seviyede bulduğunu belirten Anıl, siber savaşın önümüzdeki dönemde kimsenin göz ardı edemeyeceği kadar ideal bir araç haline geleceğini öngörmektedir. Bu kapsamda neredeyse tüm konuşmalarında mutlaka değindiği kritik altyapıların güvenliği, her siber lider gibi Süleman Anıl’ın da gündeminin en başındadır. Ülkelerin önemli enerji veya endüstri tesislerini korumanın mütemadiyen gerektiğini söyleyen Anıl, askeri ağlara ek olarak sivil otoritelerin yetkisinde kalan ağların güvenliğine de eşit miktarda kafa yorulması gerektiğinin altını çizer. Anıl’ın hassasiyeti ışığında, yakın zamanda Bloomberg’de yer alan, 2008 Refahiye ilçesi yakınlarında meydana gelen Bakü- Tiflis- Ceyhan boru hattı patlamasının siber kaynaklı olabileceği iddiasının meşruluğunu bir kenara bırakırsak, Türkiye’nin de aslında yakın vadede odaklanması gereken en önemli meseleler sivil bilgisayar ağlarının ve kritik altyapıların güvenliğini sağlamak olmalıdır. NATO’daki sayılı üst düzey Türk’ten biri olan Süleyman Anıl’ın, kanımca bu çerçevede deneyimlerinin paylaşımının ve Türkiye’deki üst düzey etkinliklere katılımının sürekli olarak sağlanması ülke adına çok büyük bir kazanç olacaktır.

 

 

 

İngiltere’yi siber güvenlik sektöründe sırtlayan adam: Andy Williams

“Given the rapidly evolving global cyber threat landscape, the emergence of highly innovative and agile new companies with specialist cyber capability will be vital to ensuring the future safety and prosperity of the UK” –Andy Williams, 2014

Siber güvenlik alanında önde gelen isimleri araştırırken, Amerika’nın dışına çıkıldığı anda  açık kaynaklarda ciddi bir azalma olduğu hemen farkediliyor. Özellikle bu alanda ciddi yatırımları olduğu bilinen çoğu büyük ülke, siber liderleriyle ilgili eğitim, kariyer ve kişisel bilgileri sır gibi saklıyor. O isimlerden biri de, İngiltere’nin siber güvenlik alanında yaptığı önemli atılımlardan olan UK Cyber Growth Partnership (Siber Büyüme Ortaklığı- CGP) kapsamındaki Cyber Connect Projesi’nin geçtiğimiz aylarda başına getirilen Andy Williams. Williams’ın LinkedIn hesabı dahi aldığı eğitimler ve kariyerine dair sınırlı (hatta neredeyse sıfır) bilgi sunsa da, yer aldığı çeşitli organizasyonlar ve üstlendiği üst düzey görevler iyi okunduğunda hakkındaki büyük resmi görmek kolaylaşıyor.

İngiltere, son yıllarda siber güvenliği ülke ekonomisine eklemlendirme ve siber güvenlik olayını hem yazılım hem de donanım boyutlarıyla global anlamda öncüsü olacağı bir alan haline getirmeyi hedeflediğini gerek Ulusal Siber Güvenlik Stratejisi’nde, gerekse uluslararası platformda sıklıkla dile getiren bir ülke. Bu kapsamda atılan önemli adımlardan olan CGP’nin kuruluşu, aslında son zamanlarda yoğun olarak tartışılmakta olan siber güvenlik alanında akademi, devlet ve sanayi işbirliğini yaratma sorunsalına etraflı bir çözüm sunuyor. Bu oluşum aracılığıyla, İngiltere’nin siber güvenlik alanındaki ihracat pazarını genişletmek, denizaşırı pazarlarda bir siber güvenlik markası haline gelmek ve akademi-devlet-sanayi işbirliğini en etkin şekilde gerçekleştirerek ülkenin siber güvenlik kaynaklarını sürekli olarak artırmak amaçlanıyor. CGP’nin önemli girşimlerinden biri de siber güvenlik konusunda çalışan küçük ve orta ölçekli yerli işletmelere liderlik etmeyi ve bu şirketleri gereken ölçüde fonlamayı vaadeden Cyber Connect Project. Williams, tam da bu noktada Siber Güvenlik Alanında Çalışan Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler Lideri (UK Cyber Security SMEs Champion) sıfatıyla devreye giriyor. CGI ve Symantec gibi güçlü isimlerin de yer aldığı CGP yönetim kurulunda bu işletmeleri temsil etme görevine ek olarak, yakın zamanda Vince Cable’ın açıklamasıyla kesinleşen ve 2015 Mart itibariyle küçük ölçekli yazılım şirketlerine ayrılmış, şimdilik 4 milyon pound olduğu belirtilse de daha da artması beklenen bütçenin dağıtımından da sorumlu olacağı biliniyor.

 

Williams’ın bu göreve seçilmesini kolaylaştıran etkenlerden en önemlisi, atlantik ötesi (transatlantik) hi-tech pazarına girmeyi hedefleyen ve pazardaki mevcut Amerika ve Avrupa menşeili şirketlere başarılı olma yolunda üst düzey tavsiyeler veren Global Transatlantic şirketinin kurucusu ve CEO’su olması. Williams’ın, Global Transatlantic’i kurmadan önceki beş yılda Amerikan Ticaret Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle Londra’daki Amerikan hi-tech ticaret elçiliğini/ danışmanlığını yürütmesi, sektöre girmeye hazırlanan veya sektörde tutunmaya çalışan küçük ve orta ölçekli şirketlere öncülük etme konusunda uzmanlaşmasına neden olmuş. Amerikan hi-tech ihracatçılarına seneler içerisinde hatrı sayılır kazançlar sağlamış olacak ki, Amerikan hükümeti tarafından sayısız onur ve başarı ödülüne layık görülmüş.

Hi-tech sektöründe geçirdiği 20 yılı aşkın süre ve transatlantik pazarında edindiği sayısız deneyim, Willams’ı iş kurma ve geliştirmede bir efsane haline getirmiş. İşte bu nedenle Williams’ın ilerleyen dönemde ona atanan görev doğrultusunda şirketlere bir bakıma ‘ağabeylik’yapması, birlikte çalışmalarını pekiştirecek stratejiler geliştirmesi ve İngiltere’nin güvenlik yazılımı konusunda atılımını sağlayacak kapsamlı bir yol haritası hazırlaması bekleniyor. Williams, bir diğer deyişle sektörün bel kemiğini oluşturan yerli küçük işletmelerin entegratörü olacak. Bu bilgi yorumlandığında, aslında İngiltere’nin yazılım, hi-tech ve siber güvenlik alanlarında geleceğin küçük ve orta ölçekli firmalarda olduğunu erken farkettiği görülüyor; büyük firmalarından hantallığındansa, görece küçük firmalar aracılığıyla sektörde esneklik ve verlimliliğin yüksek seviyelerde yakalanabileceği düşünülüyor. Türkiye’de ise aynı entegratörlük görevini akademi, devlet ve sanayinin en belirgin kesişme noktası olan TÜBİTAK yürütmeye çalışıyor; TÜBİTAK’ın bir kişi değil, kocaman bir kurum olması, elbette ki bu anlamda işlerin akışını zorlaştırıyor. Gelecek eylem planında İngiltere’nin Williams’ı yerleştirdiği pozisyondan feyzalmak, sektördeki yerli şirketleri kollayacak, geliştirecek ve dünya pazarındaki rekabet güçlerini artıracak bir çözüm/ pozisyon üretilmesi, kanımca yüksek önem taşıyor.

ICWC dünya çapında bir konferans olma yolunda

Geçtiğimiz hafta Ankara’da Savunma Sanayi Müsteşarlığı (SSM) tarafından ikincisi düzenlenen Uluslararası Siber Savaş ve Güvenlik Konfernası (International Cyber Warfare and Security Conference-ICWC), iki günlük yoğun gündemi ve yüksek profilli konuşmacılarıyla dikkat çekti.

Siber güvenliğin her boyutuyla tartışıldığı ICWC, Türk ve yabancı katılımcıların olduğu kadar, kamu ve özel sektörün de bakış açısını karşılaştırmalı olarak görebilmek adına oldukça faydalıydı. Keynote speech, siber güvenlik ile bir süredir içli dışlı olanların yakından tanıdığı bir isim olan Kenneth Geers tarafından verildi; NATO Müşterek Siber Savuma Mükemmeliyet Merkezi (Cooperative Cyber Defence Center of Excellence-CCDOE) Büyükelçisi sıfatına sahip Geers’ın bu görev için seçilmesi, konferansın bir senede katettiği yolun da bir bakıma göstergesiydi. Konuşmasına “2014 yılında kim kompleks sistemlerin güvenli olduğunu söyleyebilir ki?” sorusuyla başlayan Geers, Türkiye’nin kısa vadeli siber güvenlik startejisini etkilemesi muhtemel Suriye Elektronik Ordusu (SEA) ve İsrail Savunma Kuvvetleri’nin kabiliyetlerinin altını çizdi. Siber alanın uluslararası düzlemde savaş, suç ve espiyonaj kavramlarını hızla değiştirmeye başladığına değinen Geers, jeopolitik gerilim yükseldikçe, siber alanda artan sürtüşmelerin ulusların kapsamlı güvenlik politikalarını şekillendireceğine inandığını belirtmesi dikkate değerdi.

Türk Silahlı Kuvvetleri Siber Savunma Kumandanlığı’ndan Namık Kaplan, TSK’nın siber güvenliğe bakış açısını yansıtmak açısından önemli bir sunum yaptı. Siber alanı bir muharebe alanı olarak kabul eden Türkiye’nin kabiliyetlerini savunma alanında yoğunlaştırdığına vurgu yapan Kaplan, temelde hedefin her zaman yedek bir plana sahip olmak olduğunun altını çizdi. Sunumun sonlarına doğru kurgulanmış bir ‘hackleme’ sonucu tüm elektriklerin kesilmesi üzerine sunumunu şarj edilebilen bir tepegöz yardımıyla bitiren Kaplan, salonun bir hayli ilgisini çekti. Konferansın dikkat çekici sunumlarından bir diğeri de Havelsan Siber Güvenlik Dairesi Direktörü Eymen Şahin’e aitti. Sunumunda siber istihbaratı, siber dünya ile kesişimlerden ortaya çıkan her türlü bilgi akışı olarak niteleyen Şahin, entegre bir siber güvenlik ekosistemine duyulan ihtiyaca değindi. Avusturalya’nın Huawei’i, Çin’in Cisco’yu ve Rusya’nın Intel’i iç piyasasından çıkardığı bilgisini de aktaran Şahin, yeni dönemde ulusal güvenliğin sağlanmasında yerli teknolojilerin geliştirilmesinin azami öneme ulaşacağını söyledi.

Son oturumda yoğunlaşılan siber güvenliğin sağlanmasında devlet, akademi ve sanayinin işbirliği başlığı, Türkiye’nin hazırladığı 2013-2014 Eylem Planı içeriğine eklenmiş olsa da, kapsamlı ve işleyen bir politika geliştiremediğimiz bir konu niteliğindeydi. Bu anlamda aralarında Ulaştırma Bakanlığı Haberleşme Genel Müdürlüğü Daire Başkanı Emine Yazıcı Altıntaş ve Lockheed Martin İkinci Başkanı Jonathan W. Hoyle’un da bulunduğu Türk ve yabancı konuşmacıların bu konuya odaklanması, kamu, özel sektör, akademi perspektiflerinden konunun farklı boyutlarının ele alınması açısından önemliydi.

Ancak sunumların güçlü yanları olduğu gibi, eksik yanları da vardı. Sunumların bir kısmı üst düzey bilgiler içerirken, bazı sunumlar siber güvenlik kapsamında neredeyse giriş bilgisi düzeyinde başlıklara yer verdi. Bir sonraki konferansta bu dengeyi iyi tutturmak, adı içerisinde siber savaş, siber güvenlik kavramlarını barındıran ve ciddi fonlanan bu etkinliğin ciddiyetini artırmak adına önemli bir adım olacaktır. Buna ek olarak, her ne kadar  kritik altyapı güvenliği iki konuşmacıdan birinin istisnasız değindiği bir konu olarak karşımıza çıksa da, kapsamlı olduğu kadar içerikte doyurucu bir sunum izlemek konferans boyunca mümkün olmadı. Siber uzantılı kavramların ileri seviyede incelenmesi hedeflenen bir platformda, bir oturumun ulusal güvenlik stratejileri kapsamında sıklıkla vurgu yapılan kritik altyapı güvenliğine ayrılmasını beklemek sanıyorum ki yerinde bir istektir.

ABD Dışişleri Bakanlığı Siber Alan Koordinatörü: Christopher Painter

 

“Cyber is the new black.” –Christopher Painter, 2014

Christopher Painter, 2011 yılında Obama’nın Dışişleri Bakanlığı bünyesinde yapılandırdığı yeni bir bölüm olan Siberalan Koordinatörlüğü’nün başına getirildiğinde, siber güvenlik davasına çoktan 20 yılını vermişti. Soyadı gibi renkli bir özgeçmişe sahip olan Painter, savcılık yaptığı dönemde, işlediği siber suçlarla dünya çapında nam salmış, Nokia, IBM ve Motorola’nın da arasında bulunduğu pek çok şirketin ağına sızmış, adına kitaplar yazılmış, filmler, belgeseller çekilmiş, meşhur hacker Kevin Mitnick’i yargılama ve hatta hapse atma şansına nail olmuş birisi. Mevcut dönem koşullarında dahi, hakettiğinden çok daha uzun hapis süresine çarptırıldığı iddia edilen Mitnick ile ilgili en can alıcı -hatta ironik- detay ise Mitnick’in güvenlik danışmanlığı adı altında hackerlığa devam etmesi, zira tanesi $100.000’dan sattığı “zero-day” açıklıklarıyla kendisine son yıllarda ciddi bir servet yapmış. Siberalanın Al Capone’u sayılan Mitnick’in şahsi kazancını bir kenara bırakırsak, Painter’ın bu dava ile kazandığı başarı, kariyerinin gidişatını bir hayli etkilemiş olacak ki, savcılık görevini takiben FBI ve Beyaz Saray’da üstlendiği görevler, siber güvenlik camiasında kendisine ciddi bir yer edinmesine fırsat vermiş.

Painter’in eğitimindeki çeşitlilik stratejik siber liderler yetiştirmede en büyük mücadele alanı olan ‘inter-disipliner yaklaşım’ kazandırma konusunda önemli ipuçlar veriyor. Stanford Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, Cornell Üniversitesi’nde İngilizce, Biyoloji ve Siyaset Bilimi alanlarında üç farklı lisans eğitimi almış olması Painter’ı bu konuda verilebilecek önemli örnekler arasına katıyor.

ABD’yi siber güvenlikle ilgili uluslararası platformlarda 2002 yılından bu yana temsil eden Painter, Cumhuriyetçi yönetimlerle uyumlu çalışmayı başarmış bir demokrat olarak biliniyor. Beyaz Saray’a Obama’nın başkanlığa geldiği 2009 yılında giren Cristopher Painter, Obama’nın Siber Politika Gözlemcisi ve Siber Güvenlik Poltikası direktörlüğünde bulundu.

ABD’nin siberalana yönelik politikasını kamuoyuyla ilk kez paylaştığı döküman olan Cyber Security Strategy’nin (CSS) kabul edildiği 2003 yılından, 2011 yılında yayınlanan International Strategy for Cyber Security’e (ISC) kadar uzanan sürecin en yakın takipçi ve yönlendiricilerinden biri olan Painter, 2011 dokümanının hazırlanması ve yayınlanması esnasında Obama ile çok yakın çalışmalar yürütmüş bir isim Gerçekten de 2011 belgesi, tehdit ve güvenlik algısı odağında şekillendirilen CSS ile kıyaslandığında, Amerika’nın yeni dönemde bu belge üzerinden siberalan, internet ve bilgi sistemlerinin güvenliğine dair anlayışını daha kapsamlı hale getirdiği görülüyor. “Uluslararası” olarak nitelenen ve tehdit algısını askeri eksenden, ekonomik, sosyal ve hukuki eksenlere kaydıran 2011 stratejisiyle ABD, siber güvenliğin global yapısına ve bu yapı içerisinde üstlenmek istediği öncü role de bir bakıma vurgu yapıyor. Askeri öncelikler kadar önemli olduğu iddia edilen siber ‘governance’, yani yönetişim hususuna da Painter’ın insiyatifiyle değinen doküman, ABD siber güvenlik stratejisini, ulus-devletlerin dışındaki aktörlerin de söz sahibi olduğu geniş, çok taraflı bir düzleme taşıyor.

Painter, siber güvenliği ABD diplomasisine eklemlendirme yolunda ABD’nin Rusya, Çin ve Avrupa özelinde gerçekleştirdiği siber diyalogları yürütüyor. ABD’nin özellikle siber ilişkilerinde rekabet ve münakaşanın yüksek olduğu Rusya ve Çin gibi ülkelerle şeffaflık, güven ve işbirliğini geliştirmeyi amaçlayan bu diyaloglar, Painter’ın bulunduğu pozisyonun önemini bir kere daha hatırlatıyor. Painter, etkili bir siber diplomasi oluşturmak için ABD’nin öncelikli amacının devamlı, sabırlı ve üretken bir siber diplomasi yaratmak olduğunu her fırsatta belirtiyor. Painter’ın üstlendiği görev İngiltere, Almanya gibi ülkelerde de benzer makamların yaratılmasına ön ayak olsa da, Türkiye’nin siber güvenlik politikalarına baktığımızda hala siber alanda diplomatik ilişkileri, siber alan koordinatörlüğü seviyesinde yürütecek ve bu alanda yaşanması olası bir uluslararası krize karşılık verebilecek biri olmadığını görüyoruz. Ancak yine de, siber meselelerin uluslararası ilişkiler nezdinde etkisinin gün be gün arttığı bu son dönemde, her ülkeye bir Painter lazım mı, değil mi; bunu zaman gösterecek.

 

Obama’nın Siber Güvenlik Danışmanı: Michael Daniel

“We haven’t fully confronted cybersecurity as a human behavior and motivation problem, as opposed to a technical problem(…) Until we understand the human factors … we will continue to fail at solving this problem.” –Michael Daniel, 2014

 

Michael Daniel, 41 yaşında 2012 Mayıs’ında Beyaz Saray’ın nam-ı diğer ‘siber çarı’ Howard Schmidt’in yerine yeni siber güvenlik koordinatörü olarak geldiğinde ne IT dünyasının profesyonelleri, ne de siber güvenlikçiler adından haberdardı. Her ne kadar 11 yılını Amerika’nın IT güvenliği ve istihbarat politikalarının bütçelendirilmesinden sorumlu kişi olarak geçirmiş olsa da, Daniel hiçbir zaman çalıştığı birimin siber güvenlik ve teknoloji alanlarında dışa açılan yüzü olmamıştı. Princeton ve Harvard üniversitelerinde eğitimini tamamlayan Daniel, yerini devraldığı Schmidt’e çarlık lakabını veren FBI, ordu ya da hava kuvvetleri saha tecrübelerine sahip değildi, ancak siber güvenlik politikalarının gerek maddi, gerek hukuki, gerekse bürokratik işleyişine dair yetkinliği muhtemelen Obama’nın o dönemki tercihini netleştirdi.

Michael Daniel, ilk bakışta askeri ve istihbarat tabanlı diğer siber liderlerle karşılaştırıldığında daha sessiz, sakin ve hatta sıkıcı bir karaktere sahip gibi gözükse de (gerçekten de Daniel’e dair en ilgi çekici bilgi dövüş sanatlarında siyah kuşak sahibi olması), göreve geldikten sonra yaptığı çoğu açıklama bu kanıyı değiştirdi.  IT güvenliğinin sağlanmasını zorlaştıran asıl faktörleri ‘teknik’ veya taktiksel değil, siber güvenliğin ekonomisi, psikolojisi ve ‘insan’ boyutuna dair sorunların anlaşılamaması olarak tespit eden Daniel, mevcut siber güvenlik algısının değişmesi gerektiğini savunuyordu. Ona göre yeni siber güvenlik yaklaşımı, olayın teknik tarafını soyutlayarak ‘insan faktörü’ etrafında şekillendirilmeliydi. Bir başka tepki çeken konu, Daniel’ın siber güvenlik çerçevesinin nasıl belirlenmesi gerektiğinden bahsederken öne sürdüğü ‘siber alan sınırsız/ hudutsuz değildir’ yorumu oldu. Şimdiye kadar çoğu siber liderin siber alanı fiziksel dünyadan ayıran en büyük ve aynı zamanda en sıkıntılı özelliğin ‘sınırsızlık’ olduğunu belirtmesi, bu nedenle de siber alanı asimetrik tehditlere en açık sistem olarak nitelendirmesi Daniel’ın bu anlamda aykırı bir duruş sergilediğini gösterdi. Fakat tepkilerin en şiddetlisi, Gov Info Security’nin Michael Daniel ile bu yaz yaptığı bir röportaj esnasında Daniel’ın teknik deneyim ve bilgi eksikliğini, siber güvenlik politikalarına yön verirken artıya dönüştürdüğünü söylediğinde yaşandı. IT dünyasının önemli isimleri tarafından bloglar ve Twitter üzerinden ağır eleştiriye uğrayan Daniel, devletin bilgi güvenliğini tüm boyutlarıyla değerlendiremeyen siber güvenlikçileri göreve getirmesini doğru bulmayanların hedefi oldu.

 

İşin magazin kısmın bir kenara bırakırsak, ABD’nin siber mevzuat oluşturması yolunda önemli adımlar atmasına ön ayak olan Daniel, çektiği tepkilere rağmen aslında kısa dönemde çok şey başarmış bir isim. Daniel’ın öncülüğünde şekillenen ve ABD’nin önümüzdeki siber politikalarını gerek içte gerek dışta şekillendirecek olan siber mevzuatın odağında şuan için özel şirketler ve devlet arasındaki bilgi paylaşımını artırmak, mahremiyete saygı ve tüm kurumları ilgilendirecek güvenlik standartları geliştirmek yer alıyor. Daniel’ın insiyatifiyle hazırlanan siber gündemde, özel şirketler, devlet kurumları ve sivil ağlar için daha güvenli bilgi paylaşımını esas alan ‘Trusted Identities in Cyberspace’ projesi; kritik altyapıların korunmasında devlet-özel sektör işbirliğini artırmayı amaçlayan ve her birimin neyi ne şekilde yapması gerektiğini standardize etmeyi amaçlayan ‘Defense Industrial Base Cybersecurity/ Info Assurance’ projesi; ve elektrik üreticilerini siber tehditlere karşı daha güvenli hale getirecek olan ‘Cybersecurity Capability Model’ de öne çıkıyor. Bu projelerin ne zaman tam işlerlik kazanacağı her ne kadar merak konusu olsa da, Michael Daniel ‘siber çar’ olarak kaldığı sürece, ABD değişen bir siber güvenlik algısı ve kaçınılmaz bir siber güvenlik reformu deneyimleyecek gibi gözüküyor.